Soçi, Suriye Süreci ve İslamcı Siyaset
Suriye meselesini bayraklaştıran, hatta yıllardır sürdürdükleri mezhepler üstü tutumlarını terk edip el Kaideci unsurlarla iş tutmakta hiç beis görmeyenler, Soçi’de katliamcı diye niteledikleri Rusya’nın taleplerine boyun eğen Türkiye’ye, mahcup birkaç küçük eleştiri dışında bir şey diyebiliyorlar mı? Hani İran’la iş tutanlar şebbihaydı, hani katil Rusya’yla yakınlaşan haindi?
Soçi’de Türkiye-Rusya-İran üçlüsünü aldığı kararlar ve yayınlanan sonuç bildirgesiyle Suriye’de yeni bir aşamaya geçilmiş durumda. Bildirgeyle birlikte Suriye’de silahlı mücadelenin artık bir çözüm olarak görülmediği ve çözümün ancak siyasi müzakereler yoluyla gerçekleşeceği tescillenmiş oldu.
Savaşın ve şiddetin, Suriye’ye çözüm getirmeyeceği en başından beri belliydi. Peki hem Türkiye hem de Suriye’de muhalefete arka çıkan kelli felli adamlar, stratejistler, entelektüeller, devlet adamları bunu hesap edemediler mi? Şiddetin ülkeyi büyük bir yıkıma götüreceğini, fitne ateşinin sadece körükleyenlerle sınırlı kalmayacağınıöngöremediler mi?
Evet maalesef hesap edemediler. Bir taraftan bölgede yeni bir dizaynpeşinde koşan Batılı ülkeler, diğer taraftan da bu ülkelerin stratejileriyle ters düşmemeyi temel prensip haline getirmiş bölgesel uzantıları medya üzerinden öyle büyük bir yanılsama yarattılar ki, bu yanılsama İslamcıların hamasetiyle birleşince kitlesel bir akıl tutulmasını beraberinde getirdi.
Mesele Suriye’nin masum ve gariban halkının haklarını savunmak, sivil kayıpların hesabını her iki taraftan da eşit şekilde sormaktan ibaret kalsaydı, kimsenin bir itirazı olmazdı. Ancak bölgesel bir entegrasyona doğru ilerleyen İslamcı yapı, bilerek ya da bilmeyerek mazlumların kanını uluslararası büyük bir oyunun payandası haline getirdi.
Hem Suriye muhalefeti hem de onun Türkiye’deki destekçileri, mezhep ve meşrep gibi çok tehlikeli bir unsuru,(mücadele stratejisi açısından İslam’ın bütün etik değerlerinden yoksun) bu mücadelenin payandası yapmaktan çekinmediler. Şimdi hepsi suskun. Kimseden çıt çıkmıyor.
Suriye meselesini bayraklaştıran, hatta yıllardır sürdürdükleri mezhepler üstü tutumlarını terk edip el Kaideci unsurlarla iş tutmakta hiç beis görmeyenler, Soçi’de katliamcı diye niteledikleri Rusya’nın taleplerine boyun eğen Türkiye’ye, mahcup birkaç küçük eleştiri dışında bir şey diyebiliyorlar mı? Hani İran’la iş tutanlar şebbihaydı, hani katil Rusya’yla yakınlaşan haindi?
Mesele, artık bir şeyin denip denmemesi sorununu da aşmıştır. Bu aşamayı çoktan geçtik. Biz bir şey desek de demesek de, tutarlı olsak da olmasak da hayat akıp gidiyor, ülkeler ve toplumlar sorunlarını bir şekilde hallediyor. İlelebet savaş ve şiddet sürüp gitmeyecek. Konuşarak bir çıkış yolu bulacaklar.Mesele bundan sonra aynı tuzağa düşüp düşmemek konusunda düğümleniyor.
Söz tescillenmekten açılmışken Soçi bildirgesinin Türkiye tipi İslamcılığın sonunun ilanı olduğunu da söylemeden geçmeyelim. Selefi cihadilik İslam dünyasında hiçbir zaman çözüm üretmedi, üretemez de. Hele hele tasavvufla yoğrulan bu topraklarda selefiliğin insanımıza verebileceği hiçbir şey yok, şiddet ve ölüm dışında. Suriye’de böyleydi, Libya’da böyleydi, Irak’ta da böyle oldu. Peki Türkiye gibi dini anlayışını üç beş bedevi ya da şiddet yanlısı manyaktan öğrenemeyecek kadar tarihsel derinliği olan bir ülkede İslamcılık nasıl oldu da selefi cihadiliğe yanaştı? Bunun sosyolojik, siyasi ve tarihsel nedenlerinin mutlaka araştırılması gerekiyor.
Bir diğer husus, Suriye’deki Baas yönetiminin yapısına ilişkin sorunları bilmeyen yok. Ancak yıllarca Türkiye’de İslam devrimini savunma noktasında en ön safta yer alan, yazdıkları makaleler, yayınladıkları kitaplarla bu çizgileri herkes açısından aşikar olanların birdenbire en acımasız, en galiz,en mezhepçi bir güruha dönüşmelerini,menfaat ilişkileri ya da bilinç altındaki devletçi refleksin ortaya çıkışı dışında başka bir şeyle açıklanabilir mi emin değilim.
Kimse onlardan Baas rejiminin goygoyculuğunu yapmalarını istemedi. Kimse onlardan Suriye’deki savaşta Baas rejiminden yana militanca bir saflaşma beklemedi. Sadece biraz daha makul olun, oradaki savaşın ciddi bir jeopolitik ve stratejik bir okumaya ihtiyacı var, işin içinde enerji var, eksen çatışmaları var, ABD var, İsrail var diyenleri de hain ilan ettiler. Kendileri gibi keskin ve militan olmayan herkes ötekileştirmenin hedefi haline getirildi.
Üçüncü yol diyen, savaş çözüm olamaz diyen, şiddetten uzak durulmasını öğütleyenleri bile kriminalize ettiler. ABD ile Rusya arasında bir tercihte bulunmak gibi gereksiz bir tartışmaya girmeyeceğim. Ancak şu bilinmeli ki, İslam tarihinde de benzerleri görüldüğü üzere devletler, şartlar öyle gerektirdiği için bir takım ilişkilere ve ittifaklara girmiştir. Hatta bu ilişkiler gün gelir stratejik bir hale de dönüşebilir. Buna iten birçok siyasi, jeopolitik, ekonomik neden olabilir. Bu, ittifak içerisinde olan güçleri aynı kefede görmeyi zorunlu kılmaz.
Örneğin Hamas bugün darbeci Sisi rejiminin himayesinde Fetih’le görüşmeler sürdürüyor. Daha da kötüsü, kirli işler konusunda Arap dünyasında çok az kişinin kendisiyle yarışabileceği Muhammed Dahlan’la ittifak bile gündeme geldi. Bu aşırı ilkeli (!) arkadaşların şu ana kadar Hamas’a yönelik eleştirilerine tanık olmadık.
Hizbullah ve İran’ın, otoriter bir rejim olan Suriye’ye yönelik destekleri bütünüyle sorunsuz demiyorum. İşin bu kısmı, sular durulunca sakin bir ortamda daha aklı başında bir şekilde tartışılabilir ve mutlaka da tartışılmalı. Söylemeye çalıştığım şey şu; ABD gibi bir gücü, herkesin onunla işbirliği yapmak için can attığı ve her türlü insani ilkeleri ayaklar altına aldığı bir dönemde karşınıza alıyorsanız ve İsrail’in varlığına yönelik ontolojik itirazlarınız varsa kusura bakmayın bölgede çok da fazla dost bulamazsınız kendinize. Dolayısıyla müttefiklerinizi seçerken o kadar da titiz olma lüksüne sahip değilsiniz.
Suriye’yi İran’a yaklaştıran şey, klasik İsrail meselesinden öte, bütün otoriterliğine, sekülerliğine ve soğuk savaş dönemindeki köhnemiş bir karakterisürdürmesine rağmen Batı bloğunun dışında kalmasıydı. İçerdeki bütün kusurlarına/baskıcılığına rağmenişgal altındaki topraklarından vaz geçmedi. Bu, küresel düzenin onu hedef tahtasına koymasıyla sonuçlandı.
Yine de sonuçta söylenecek şey şu: Genel psikoloji açısından bakıldığında bu, nereden bakılırsa bakılsın acı bir galibiyet. Ne Suriye yönetimi ne de müttefikleri,elde ettikleri bu galibiyetin tadını çıkarabilecek durumda değiller. Zaferin, onca yıkım ve on binlerce insanın hayatını kaybettiği bir karanlık dönemin ardından geldiğini biliyorlar. Bir de Suriye’nin yeniden inşası ve rehabilitasyonunun sadece zafer naraları atmakla gerçekleşemeyeceğinin farkındalar.
Sadece bu da değil. Suriye muhalefeti yenilgiyi kabul etse bile bütünüyle yok edilmesi de mümkün görünmüyor. Bu yüzden yeni süreç dışlayıcı değil katılımı artırıcı olmalı. Bu acıların kısa zamanda telafisi ve yok sayılması mümkün değil belki ama Suriye’de yeni dönemde herkesin aklını başına devşirmesi gerekiyor. Ne Beşşar Esad eski Suriye’nin reflekslerini sürdürebilir ne de muhalifler sürekli Batı’ya sırtını dayayarak Körfez odaklı bir siyaseti devam ettirebilirler.
Bu yüzden sessiz sedasız Suriye’yi yeniden inşa, mültecilerin evlerine geri dönmesi, yıkımın acilen rehabilitasyonu, geçiş sürecinin olabildiğince hızlı bir şekilde atlatılması için elzem. Suriye yaralarını saracak, ama bunun kolaylaştırmak ya da zorlaştırmak muhalefetiyle iktidarıyla Suriyelilerin elinde.