"Böylesi bir ortamda aile nasıl tesis edilir ve nasıl korunur? Biz Müslümanlar olarak hayata ve olaylara bakışımız bellidir aslında. Ancak bir özlü sözde ifade edildiği gibi, "Gören göz buğulu ise her şey buğulu görülür." Şu halde biz Müslümanlar olarak, her şeyin flû görüldüğü, at izi ile it izinin birbirine karıştığı böylesi bir ortamda gözlerimizi dört açarak bakışlarımızı netleştirmeliyiz. Zira hayat boşluk kabul etmemektedir. "
Malûmunuz üzere toplumun en küçük nüvesine "aile" denilmektedir. Komün hariç bütün toplumlarda "aile mahremiyeti" ve "aile dokunulmazlığı" vardır. Bütün yönetimlerde ise bu olgular yasalarla teminat altına alınmıştır. Ayrıca bütün dinlerde "ailenin kudsiyeti" söz konusudur.
İkinci Dünya Savaşı, Avrupa'dan Japonya'ya kadar büyük bir yıkım ve insan telefatını beraberinde getirmişti. Milyonlarca insan ölmüş ve bir o kadarı da evsiz-barksız kalmıştı. Savaş sonrası dünya barışını ve insan haklarını teminat altına almak için miladî 24 Ekim 1945 tarihinde "Birleşmiş Milletler" ismi ile uluslararası bir kurum tesis edilmişti. Bu kurum, kuruluş amacına matuf (üç yıl aradan sonra), miladî 10 Aralık 1948 yılında "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi" adı altında bir deklarasyon yayınlamıştı. Bu bildirgenin 12'nci maddesinde aile ve mesken mahremiyeti teminat altına alınmaktadır. Ayrıca 16'ncı maddenin 3'ncü fırkasında şöyle denilmektedir: "Aile, toplumun doğal ve temel birimidir; toplum ve devlet tarafından korunur."
Yüce dinimiz İslâm'ın aile kurumuna bakışı ise bunun çok ötesinde ve üstündedir. Elbette ki, ailenin mahremiyeti ve dokunulmazlığı vardır. Toplum ve devlet tarafından korunmalıdır. Bu beşerî bir gereksinimdir. Bu zaten İslâm'ın da temel prensiplerindendir. Ancak bununla birlikte asıl olarak aile hangi değerler üzerine bina edilmelidir? İslâm bunu öncelemektedir. Özellikle günümüzde aileyi tehdit eden tehlikeli unsurlar nelerdir? Aile yapısı hangi değerlerle korunur ve muhafaza edilebilir? Her şeyden önce ailenin muhafazası iç yapının, yani bünyenin sağlamlığına bağlıdır. Bugün başta Avrupa olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde aile mefhumu adeta anlamını yitirmiştir. Artık Batılı ülkelerin pek çoğunda komün (partner hayatı) yaşanmaktadır. Aile mahremiyeti, aile kudsiyeti diye bir şey kalmamıştır.
Batılı ülkeler değerler erozyonuna uğrayınca mevcudu da koruyamaz oldular. (Çünkü geçmişte Batılı toplumlarda da aile mefhumu diye bir olgu vardı. Hatta cinsel teşhir ve müstehcenlik de bu kadar yaygın değildi.) İslâm dini ise aile mefhumunu sil baştan düzenleyip "aile hukuku" adı altında yasal bir zemine oturtmuştur. Cahilîye döneminin aile yapısı bugünkü Batılı toplumlardan farksızdı adeta. Kadınlar bugün olduğu gibi o gün de cinsel obje olarak görülüyordu. Daha açık bir ifadeyle cahilîye döneminde de cinsel teşhir, müstehcenlik oldukça yaygındı. Birçokları tarafından sevap kastıyla Kâbe anadan uryan (çıplak) tavaf edilirdi. Fahişelik ise gurur verici bir meslekti. İslâm, gelişi ile birlikte büyük bir devrim gerçekleştirip bu yerleşik sapkın-pespaye anlayışı tamamen ortadan kaldırmış oldu.
Bu nedenledir ki, İslâm'a göre aile temelinin inşasında ilâhî değerler belirleyici ve yönlendiricidir. Bina bu temel üzerine yükseltilir. Temelsiz aile yapısı çürüyüp dağılmaya mahkumdur. Ebeveynler ailenin yapı taşıdır. Kök onlardır. Onlardan gelecek nesil, yani çocuklar aile ağacının dalları ve meyveleridir. (Genellikle aile mefhumu bina veya ağaçla teşbih edilir. İkisi de uygun bir benzetmedir.) "Ağaç yaşken eğilir" atasözündeki teşbih çocukların eğitim ve terbiyesine istinad edilmektedir. Şu hâlde her şey bilgilendirme, eğitim ve terbiye ile başlar. Eğitim ve hayat bilgisi ise ailede başlar. İslâm'ın ilk emri olan "oku" tesadüfî değildir. Okumak, sadece yazılı metinleri okumak anlamına gelmemektedir. İslâm hayat bahşeden değerler manzumesidir. Bu değerler Müslüman ebeveynler tarafından "siret" (hâl tercümesi) olarak çocuklara yansıtılmalıdır. Çocuklar işe ebeveynin hâl tercümesini (tutum ve davranışlarını) okuyarak (taklit ederek) başlar. Bu okuma onlar için en önemli eğitim müfredatıdır.
Çocuk psikiyatristleri ve pedagoji uzmanları, çocuğun karakter ve kişiliği altı-yedi yaşlarında tamamlandığını söylemektedirler. Buradan çıkan sonuç, çocuk eğitiminin aile ortamında başladığıdır. Şu hâlde "her aile bir okuldur" teşbihi yerinde ve doğru bir tespittir. Bizim burada asıl ifade etmek istediğimiz o ki, bu okulda ders müfredatının nitelik, kalite ve kapsamlılığın hangi değerlerle belirlendiğidir. Tarih boyu olduğu gibi günümüzde de nice değersizlikler örf veya başka toplulukları taklit adına değer olarak addedilmiş.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan kısa bir süre sonra bizzat Atatürk Batı'yı taklit etmemizi önermişti. Sadece önermek değil bu işi devlet politikası hâline getirmişti. Kısa bir süre içerisinde başta laiklik olmak üzere devletin bütün kurum ve kuruluşlarını Batı değerlerine göre tanzime koyulmuştu. Laiklik adına yapmış olduğu devrimlerle İslâmî yasalar yürürlükten kaldırılıp Batı kanunları devreye sokulmuştu. Kûr'ân alfabesi kaldırılmış yerine latin harfleri getirilmişti. Öte yandan kıyafet devrimi ile müstehcenliğin ve cinsel teşhirin önü açılmıştı. (Bugün gelinen nokta "kefen bezine mahrem!") Oysa kadının bedeni öyle bir ziynettir ki, teşhir değil, muhafaza edilmelidir. (Bkz:Nûr:31) Kadın orta malı değildir ki müzayedeye çıkarılsın, teşhir edilsin, namahremin cinsel iştahını tahrik etsin! Karacaoğlan bile bir şiirinde, "Yar dediğin demir kale." derken kadına ulaşmanın, bu demir kaleyi fethetmenin zorluğunu dile getiriyordu. Çünkü o dönemde kadın meta değil, ulaşılması güç bir mücevher olarak görülüyordu.
Oysa bu laik rejim kurulduktan kısa bir süre sonra fuhuş ve zina serbest bırakılmış, içki fabrikaları bizzat Atatürk tarafından kurulmuş, meyhaneler ve kerhaneler memleket sathında yaygınlaştırılmıştı. Bütün yapıp edilenler adına Atatürk'ün söylediği şuydu: "Bizim prensiplerimiz gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla bir tutulamaz. Biz ilhamlarımızı gaipten ve gökten almıyoruz. (Yani diyordu ki, Kûr'ân gaibten geldiği iddia edilen bir kitaptır, oysa biz onun gaipten geldiğine de inanmıyoruz. Bu nedenle biz onu referans almıyoruz.) Ve arkasından nereden ilham aldığını açıklıyor: "Hedefimiz muasır Batı medeniyetidir." O dönemde Halide Edip Adıvar ve Kemalettin Kamu gibi Atatürk'ün yalakası bazı şairler muazzez İslâm dinimize açtıkları savaşı şöyle dile getiriyorlardı: "Öyle bir din istemem Arap felsefesinden. Bana bir din yarat Türk'ün nefesinden."..."Ne örümcek ne yosun. Ne mucize ne afsun. Kâbe Arabın olsun. Bize Çankaya yeter."
Ve ne yazık ki, dinden-mukaddesattan men edici devlet politikalarıyla, eğitimdeki agnostik ders müfredatıyla; modasıyla, medyasıyla taklit ettirilen Batı'nın değersizlikleri (zaman ve süreç içerisinde) Anadolu halkının inanç ve kişilikleri üzerinde büyük bir savrulma meydana getirmiş oldu. Sonuç olarak, Batı kültür ve medeniyetsizliği ile Müslüman aile yapısı büyük oranda tahribata ve erozyona uğramış oldu. Bugün sokaklarda görmüş olduğunuz edebe aykırı, açık saçık kıyafetler içerisindeki bayanların hâli size cahilîye dönemini veya Sodom - Gomore'yi hatırlatmıyor mu?
Merhum Necip Fazıl bir şiirinde Atatürk inkîlaplarının tahribatını şöyle dile getiriyor: "Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak. Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak. Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden. Çatırdılar geliyor karanlık kubbemizden. Çekiyor tebeşirle yekûn hattını âfet. Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!.. Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodurum!.. Utanırdı burnunu göstermekten sütninem. Kızımın giydiği, kefen bezine mahrem. Evde cinayet, tramvay arabasında zina... Barajlar yıkan şarap, sebil üstüne sebil!.. Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu! Geçenler geçti seni, uçtu papucun dama. Çatla Sodom - Gomore, patla Bizans ve Roma!..Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!.. Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?.. Bir şapka, (bir harf, bir kısa etek, bir şarlatan), bir maymun ve inkîlap!"
Evet, ne yazık ki, sorumluluk hissi içerisinde olmayan nice aileler bu imandan men edici politikalar karşısında adeta savrulmaya ve soysuzlaşmaya teşne imişler ve bu nedenle gayet rahat bir şekilde Batı'nın kokuşmuş, süfli yaşam biçimine angaje oldular. Ve ne acıdır ki, kısa bir süre içerisinde çevremize ve sosyokültürel hayatımıza Batı değerleri, yani liberal-kapitalist mantalite hakim oldu. Bugün sosyal ve toplumsal hayata Batı'nın insanı insanlığından çıkaran-soyutlayan değersizlikleri yön ve şekil vermektedir. Bu menfî ortamın tesirinde kalan aileler büyük bir vurdum duymazlık ve aymazlık içerisinde çocuklarını da bu mantalite ile yetiştirmektedirler. Manevîyattan uzak bir ortamda yetişen çocuklar nefsanî arzuların peşinde koşan, başıboş, nihilist, süfli duyguların esiri olmuş, manevîyat nedir bilmeyen kişiler olarak hayat sahnesinde yerlerini almaktadırlar...
Şu da bir gerçek ki, kapitalist burjuva sermayedarlarının dünyayı sömürme adına oluşturdukları "tüketim kültürü", "tüketim toplumu", adeta bütün yeryüzü insanlığını etkisi altına almış bulunmaktadır. Ve ne yazık ki, insanların pek çoğu bu sömürü düzeninin (vahşi kapitalizmin ve neo-liberalizmin) dişlileri arasında hayatlarını heba etmektedirler. Reklam vasıtaları "moda" adı altında büyük manipülasyonlarla insanları tüketime teşvik etmektedirler. İnsanların pek coğu adeta illüzyona uğramış bir şekilde çılgınca habire tüketmektedirler. Tüketilen ise sadece mal ve meta değil, ahlâkî ve insanî değerler de tüketilmektedir. Bu nedenle diyebiliriz ki, bugünkü Batı toplumlarına hakim olan "vahşi kapitalizm ve neo-liberalizm" çok yönlü bir talan ve sömürü düzenidir. Yaptığı hortumlama sadece emekle sınırlı değildir. Tabiatı ve çevreyi de tahrib etmektedir. Az gelişmiş ülkelerde savaşlar bile bu sömürü düzenine hizmet için devreye sokulur. Bu yağma ve talan düzeninin başında Siyonizmin ağababaları olan Soroz, Rothschild ve Rockefeller aileleri vardır. Kısscası bunlar sadece Filistin'de değil, dünyanın birçok yerinde ayette geçtiği üzere"..ekini ve nesli helâk etmektedir." (Bakara:205)
Böylesi bir ortamda aile nasıl tesis edilir ve nasıl korunur? Biz Müslümanlar olarak hayata ve olaylara bakışımız bellidir aslında. Ancak bir özlü sözde ifade edildiği gibi, "Gören göz buğulu ise her şey buğulu görülür." Şu halde biz Müslümanlar olarak, her şeyin flû görüldüğü, at izi ile it izinin birbirine karıştığı böylesi bir ortamda gözlerimizi dört açarak bakışlarımızı netleştirmeliyiz. Zira hayat boşluk kabul etmemektedir. Manevî değerlerimizle, otantik kültürümüzle doldurulmayan hayat vahşi kapitalizmin ve onun gayr-i meşru çocuğu neo-liberalizmin tüketim mantalitesiyle doldurulur.
Biz işe değerlerimizi kuşanarak ve himaye ederek başlamalıyız. Bizim değerlerimiz aslında ihtiyacımız olan her şeyi bize sunmaktadır. İslâm, namütenahi yetkinlikte kemâl ve ekmel bir dindir. Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a) sireti ve Ehl-i Beyt imâmlarımızın örnek yaşamı bize kılavuz olmalıdır. Aile yapımızı onların rehberliğinde tesis etmeliyiz. Zira onların öğretisi, Kûr'ân'ın öğretisidir. İslâm'a uygun bir vaziyette aile nasıl tesis edilir, çocuklar nasıl eğitilir onlardan öğrenmeliyiz. Sevgiyi, şefkati, merhameti, dayanışmayı, mazluma arka çıkmayı onların örnekliği ile çocuklarımıza aşılamalıyız. Allah Teâlâ'nın rızasına uygun bir yuva nasıl kurulur yine o mümtaz ve nezih rehberlerimizden öğrenmeliyiz.
Ahlâk, fazilet, hicab, namus ve yüce erdemler aileye manevîyat ve kutsallık kazandırır. Bu değerlere göre yuva tesis edilirse kutsallık muhafaza edilmiş olur. Bu değerleri olmayan bir ailenin kudsiyeti nasıl olsun ki? İslâm'a göre bir aile tesis edilecekse, öncelikli olarak İslâm'ın edep, haya, ar ve us gibi yüce hasletleri kuşanılmalıdır ki, sevgi ve merhamet temeli üzere söz konusu erdemler bina edilmiş olsun. Bu faziletleri kuşanmak dinî bir vecibedir ve hatta Müslüman şahsiyetin, Müslüman bir ailenin olmazsa olmazıdır.
Bir özlü söz: "Çocuk büyütmekle, çocuk eğitmek arasındaki farkı, o çocuk insan içine çıktığında anlarsın." Biz ebeveynler olarak çocuklarımızı böylesi bir hassasiyet içerisinde eğitip yetiştirmeliyiz. Ayrıca, bütün kaydetmiş olduklarımızla birlikte çocuklarımızı içerisinde bulundukları topluma karşı kendilerini sorumlu hissedecek bir kişilik kazandırmalıyız. Zira unutmayalım ki, biz "İslâm Ümmeti" olarak büyük bir aileyiz. Bu ailemize karşı Allah Teâlâ nezdinde "velâyet" (hukukî) sorumluluğumuz var. Bu sorumluluğumuzu yerine getirmek için hiç kuşkusuz hiyerarşik bir yapı içerisinde koordineli bir çalışmaya ihtiyacımız vardır.
Elbette ki ümmet bazındaki sorumluluklarımız yadsınamaz bir hakikattir. Ancak işe aileden başlamak ödevindeyiz. Tahrim Sûresi'nin 6'ncı ayetinde belirtildiği üzere yakıtı insanlarla taşlar olan cehennem azabına duçar olmamak için aile efradımıza, evlad-u iyalimize sahip çıkmalıyız. Şunu unutmayalım ki, "Her ev ya cennetin dünyadaki şubesi, ya da cehennemin dünyadaki şubesidir." Şu hâlde siz siz olun "Evlerinizi ibadetgâh yapın." (Yunus:87)