Kirliymiş gibi görünen sarı saçları, kendine özgü tebessümü ve Afganlıların yürüyüşü gibi yaylanarak seğirtmesi o güne kadar hiç dikkatimi çekmemişti. Cuma denetlemesinde başçavuştan yediği dayakla onu fark ettim. Hiç karşılık vermemiş, kendini savunmamıştı. Biraz da acımıştım. Adıyaman’ın dağlarından askere gelmiş bir Kürt genci. Çoban olduğu halde onu şoför yapmışlar. Tecrübesizdi ve bilmediği bir iş hakkında sorumluluk veriyorlardı. Abuzer, dedim! Ben sana yardım ederim. O tebessüm geri geldi. Kısa zamanda bir araç nasıl kaldırılır, nasıl durdurulur, kalkarken değil de durumca el freni çekilir, yağı nereden ölçülür, suyu nereden tamamlanır öğrendi. Abuzer havalarda uçuyor. O da bana Adıyaman’ın ipek gibi altın sarısı tütününü incecik sigara kağıdına nasıl sarılacağını öğretti. Akşam koğuşa gitmeden önce bir demlik çay yaptırıp arkadaş grubumuzla sohbet ederken bir dal sarıp uzatıyor. Tükürüğü ile yapıştırdığı yer hala ıslak ve dudağıma değiyor. Onu gücendirmemek için belli etmiyorum. Kardeş gibiyiz.
Abuzer eğitim ve sporda da çok başarılı. Karargâh bölüğünün birincisi. Atışlarda üç nokta yapıyor; pentatlon alanını ondan önce bitiren yok. Artık lastik havalarını da doğru ölçebiliyor. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyor Abuzer’le. Köyden bir şey gelse mutlaka benimle paylaşır. Ben de her göreve gittiğimde ona bir şeyler getiriyorum. Akraba gibiyiz.
Birgün “Abuzer, sen neden asker geç geldin?” diye sordum. Gözünü yerde bir noktaya dikti. Tebessümü silindi; cevap verip vermemekte tereddüt etti. Fakat bu durumunu fark ettiğimi anlayınca doğruyu söylemek zorunda kaldı. Zaten o güne kadar bana hiç yalan söylememişti. Anlındaki damarın kabarmasından bir şeylerin ters gittiği anladım: “Ben…” deyip durdu. Sonra sessizliğimdeki merakımı gidermek için devam etti: “Örgütün elindeydim. İki sene onların kampında kaldım.” Buz gibi olmuştum. Kan beynime sıçramış, aklım dumura uğramıştı. “Nasıl yani? Savaştığımız teröristlerden biri miydin?” Sesini çıkarmadan gözlerimin içine bakıyordu. Zaman durmuştu, o hal ne kadar devam etti, bilmiyorum. Birden öfkeyle ayağa kalktım ve oradan uzaklaştım.
Sürekli dış görevde olduğumdan ertesi günü Kahramanmaraş’a gitmek için yola çıkmıştım. Bir hafta görüşmedik Abuzer’le. Fakat her gün aklımda; terörist Abuzer’le kardeşim Abuzer gidip geliyor. Nasıl olurdu? Aklım almıyor!
Karargâha döndüğümde hep oturduğumuz yerde bekliyordu. Gözleri bende ama ben ona bakmak istemiyorum. Yine de ayaklarım beni ona götürdü. Kalkıp sarıldı, ben ise tepkisiz dikiliyorum. Sessizce ağladığını hissederken kısık bir sesle “Vallahi kimsenin kanı elime değmedi. Kimseye tek bir kurşun sıkmadım,” cümlesini tekrarlayıp durdu. Gölgeye oturup birer sigara yaktık. Ben hala sessizim. O konuşmaya devam ediyor. Adıyaman’ın dağlarında çobanlık yaparken örgüt bunu kaçırmış. Evli ve iki çocuğu olduğu halde dağda iki sene kalmış. Her türlü askeri eğitimi almış. Her türlü ideolojik dersi vermişler. Eyleme gidecekleri günün gecesinde firar etmiş. Köyüne gittiğinde babası, ‘Ne geldin evladım? Seni gene gelip alırlar. Ya İstanbul’a git izini kaybettir ya da askere git sana ulaşamasınlar,’ demiş. O da askere gelmiş. Sorup dinlemeden önyargılı davrandığım Abuzer’in hikayesi buymuş meğer.
O günden sonra yine eskisi gibi olduk. Abuzer hiç izin kullanmadığından herkesten önce teskere aldı. Ayrılırken ağlaştık. İstanbul’a gelirsen bul beni, dedim. O da bana Adıyaman’a bekliyorum, dedi. Otuz altı yıl sonra fark ettim ki birbirimizin adresini almamışız. Belki de bir daha karşılaşacağımıza inanmamışızdır.
Yine de hatıralarımda böyle bir dostumun olması çok değerli. Bildiğim, tanıdığım sayısız kürde rağmen onun yeri başka. Eğer Abuzer o terör kampından kaçmasaydı belki de birbirimize kurşun sıkan iki düşman olacaktık. Gazeteci dostum Abdullah Taşkın’ın dediği gibi “52 yıldır boş yere akan kanı durdurmak mümkünken neden bu kadar insanı kaybettik?” Abuzerler, Cüneytler neden bu sebepsiz savaşın kaybedenleri oldu? Bu saçma mücadele bitecekti de neden daha önce denenmedi?
Bu soruların cevaplarını aslında hepimiz biliyoruz ama mantık kuramıyoruz. Umarım bir daha bizi oyuna getirip bizim insanımızı bizim karşımıza dikmezler. Umarım barış, eşitlik, adalet ve kardeşlik ilelebet hüküm sürer.
Şeyh Edebali’nin dediği gibi: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.”
Saygılarımla
Cüneyt Tüzel