“Bugün İslâm ümmetinin en büyük sorunu nedir?” diye soracak olursak hiç kuşkusuz, darmadağınık oluşumuz dile getirilecektir. Oysa yüce dinimiz İslâm, birlik ve beraberlik ekseninde biz Müslümanlara mükemmel bir medeniyet projesi sunmaktadır. Maatteessüf, Müslümanlar olarak bu projeye sahip çıkmayışımızdan dolayıdır ki, bugün ümmet olarak 57 ulus devlete bölünmüş vaziyetteyiz.
Bu bölünmüşlüğümüzü nihayete erdirmek için işe vahdet anlayışımızı geliştirmekle başlamak durumundayız. Zira evrensel birlikteliğimize giden yol, bir yönüyle bireysel vahdet anlayışımızın pekişmesine bağlıdır ki bu bizim için aynı zamanda imânî bir sorumluluktur. Sevgili Peygamberimiz ne güzel buyurmuş ve ikaz etmiş: “İmân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olamazsınız.” Zira sevgi birliğin kopmaz bağıdır.
Öncelikle biz ümmet olarak aramızda sevgi, uhuvvet ve kardeşlik bağını güçlendirmek zorundayız. Bu sevgi bütün bir ümmet coğrafyasını kapsamalı. Duyarlılığımızı ona göre pekiştirmeli ve tahkim etmeliyiz. Ayrıştırıcı, ötekileştirici tutum ve davranışlara asla prim vermemeliyiz. Bir hadis-i şerifte buyruluyor ki: “Dünyanın bir ucunda bir Müslümanın başına bir musibet gelse, (veya ayağına diken batsa) dünyanın öbür ucundaki Müslüman bundan muzdarip olur.” Buna ek olarak bir başka hadis-i şerifte Allah Resulü şöyle çarpıcı bir uyarıda bulunuyor: “Müslüman kardeşinin derdiyle dertlenmeyen, hakiki manada Müslüman olamaz.” Bir başka hadis-i şerifte ise, “Komşusu aç iken kendisi tok yatan bizden değildir” diye buyurmaktadır.
Hadis-i şeriflerden de anlaşıldığı üzere dayanışma, kardeşlik bilinci ve vahdet anlayışı Müslüman kimliğin olmazsa olmazıdır. Bugün ümmet olarak en çok bu olgulara ihtiyacımız var. Öyle ki, muhatap olduğunuz din kardeşiniz sizin müntesibi olduğunuz cemaatten, tarikattan, mezhepten olmayabilir, bir takım düşünceleriniz veya fikir yapınız uyuşmayabilir! Ancak sonuçta üst kimliğiniz İslâm ve siz din kardeşisiniz. Bu kardeşliğin hukukunu korumak zorundasınız. Bakınız, ulus devletlere bölündüğümüz yetmiyormuş gibi, bizleri cemaat, hizip ve mezhep üzerinden bölmeye çalışan şeytanın içimizdeki avanesine ve dış mihraklara papuç bırakmamalıyız. Şeytanın ve düşmanlarımızın en çok sevdiği şey tefrikadır. Bugün Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’deki iç çatışmalara ve oluk oluk akan kana bakın! ABD, İngiltere ve Fransa kışkırtıp silah veriyor, silah satıyor ve Müslümanlar birbirlerini yiyor. Öte yandan Filistin işgalcisi Siyonist İsrail elini-avucunu oğuşturup pusuda bekliyor.
Evet, maatteessüf ki İslâm coğrafyasının birçok yerinde iç çatışmalar var. Bugün itibariyle yaşadığımız bu topraklarda ise benzeri bir sorun yok ama bir tehlike var ki onun farkında değiliz! Biraz açacak olursak; bugün Türkiye’de irili ufaklı 50 dolayında cemaat var. Bunların hemen hemen hepsi birbirine mesafeliler, hatta zaman zaman cemaat liderleri birbirlerini itham etmekte, bazen de bu ithamları tekfir boyutuna taşımaktadırlar. Müntesipler ise sosyal medya üzerinden husumetleri körüklemekte...
Bakınız, Gülen cemaati (FETÖ) eğer 15 Temmuz darbe girişiminde muvaffak olsaydı ilk iş olarak “Selam-Tevhid Terör Örgütü” ile yaftaladıkları ve bu örgütün siyasi kanat lideri olarak gördükleri Erdoğan’ı, AKP’nin birçok milletvekilini ve medya kanadında kendilerinin fişleyip mimledikleri yazarlarımızı infaz edeceklerdi. Ayrıca kendilerine muhalif olan bütün cemaatleri (Taliban örneğinde olduğu gibi) kanlı bir şekilde bastırıp tasfiye edeceklerdi. Çünkü diğer birçok cemaat gibi onlar da sadece kendilerini hak üzere görüyorlardı. Varsa yoksa sadece kendileri fırka-i naciye!
Bunun benzerini Afganistan’da gördük. Sovyet işgaline karşı bütün cemaat ve gruplar uzun yıllar boyunca el birlik mücadele verdiler. Sonuçta muvaffak da oldular ancak iş hükümeti kurmaya gelince birbirlerine girdiler. Sonra ABD devreye girip Taliban’ı onlara musallat etti. Afganistan Taliban bağnazlığına maruz kaldığı bir ortamda (11 Eylül saldırısı bahane edilerek) ABD’nin fiili işgaline maruz kaldı. Ve ne yazık ki o gün bugündür Afganistan bir türlü durulmadı...
Bugün de bu coğrafyada neşv ü nema bulan cemaatler birbirlerine karşı mesafeliler. Ayette belirtildiği üzere, “Her bir grup kendi taraftarlarıyla öğünmektedir.” (Rum:32) Oysa grup, tarikat, cemaat ve mezhepler bireysel tercihtir, sahibini bağlar. Bunlar alt kimliklerdir ve bağlayıcı değildir, evrensel değildirler. Müslüman şahsiyetin asıl aidiyeti bunlar olmamalı. Müslümanların genel anlamda, kuşatıcı (evrensel) asli olarak tek bir aidiyeti vardır o da İslâm’dır. İslâm bizim en asli ve tek kimliğimizdir. Cemaatler madem ki dine hizmet amacıyla vardır, o hâlde birbirlerine karşı dışlayıcı, tahkir edici, ötekileştirici tutumlar niye? İslâm’ı bir okul olarak düşünelim ve bu okulun bünyesinde var olan sınıfların müntesip ve müdavimleri nasıl yek diğerine karşı hasmane tutum sergileyebilir?
Rabbimiz buyuruyor ki: “Sizin ümmetiniz bir tek ümmettir; ben de sizin Rabbinizim o halde sadece bana kulluk edin.” (Enbiyâ:92). Bir başka ayette, “Gruplaşanlardan olmayın.” (Rum:32) diye buyrulmaktadır. Yine bir başka ayette ise, “Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal:46) diye buyrulmaktadır.
Ne yazık ki, İslâm ümmeti olarak bu uyarı ve ikazların tam tersi bir vaziyetindeyiz. Böyle mi olmalıydık? Elimizde na mütenahi yetkinlikte mükemmel bir projemiz, bir yol haritamız olsun, ama biz bunu hayata geçirmediğimiz için zelil duruma düşmüş olalım! Olacak iş mi? Al-i İmrân Suresi’nin 103’ncü ayetine bakıyoruz! Rabbimiz buyuruyor ki: “Toptan Allah’ın ipine sarılın. Tefrikaya düşmeyin, dağılıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın! Birbirimize düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da sizi kardeş kıldı. Onun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz.” Kardeşlik demek güç demektir, insicam ve kuvvet demektir. Bu yüzden kardeşlik ilâhî nimettir.
Bakınız, Hucurat Suresi’nin 10’ncu ayetinde belirtildiği üzere Rabbimiz bizi kardeş kılmış. Bundan ötesi var mı?Rabbimiz kalplerimize sevgi, ülfet ve meveddet yerleştirmişse bunun hukukî anlamda da bir karşılığı ve bir bağlayıcılığı vardır. Biz ümmet bireyleri olarak aramızdaki hukuku korumak zorundayız.
Bireysel anlamda bu böyle olduğu gibi, toplumlar ve coğrafyalar arası birliktelik “İslâm Birliği” adına devreye girmek zorundadır. Başımızdaki siyasilerden bunu talep etmemiz imânî bir vecibedir. Bu nedenledir ki, merhum Erbakan Hocamız 40 küsur yıllık siyasî hayatı boyunca İslâm Birliği için çırpınıp durdu. Bu evrensel projenin ilk adımı olan D-8’i kurdu. Kısa vadede birinci aşama olarak D-8 projesinin içerisinde İslâm Ekonomi Topluluğu, İslâm ortak para birimi, İslâm Savunma Paktı (İslâm NATO’su) vardı. Orta vadede ise D-60 ve uzun vadede D-160 projeleri hedefteydi. D-60, ulus devletlere bölünmüş olan İslâm ümmetinin (Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi) bir tek devlet çatısı altında birliktelik oluşturmasını amaçlıyordu. D-160 ise (Birleşmiş Milletler örneğinde olduğu gibi) bağlantısız anti emperyalist ülkelerle uluslararası ilişkiler geliştirerek güç birliğine gitmekti.
Merhum Erbakan Hocamız’ın bu projesi yeni bir dünya düzeni tesis etme amacına matuftu. Geçici olarak rafa kaldırılmış olsa da, inanıyor ve umut ediyoruz ki “İslâm Birliği” projesi bir gün hayata geçirilecektir. Zira Rabbimiz’in vaadi vardır: “Kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.” Saff:8)
Bu proje eğer hayata geçirilirse dünya insanlığı için bir nimet olacaktır. Zira İslâm bütün insanlık âleminin mutluluğunu, saadetini ve huzurunu hedeflemektedir. En azından ilk etapta biz Müslümanlar olarak bu nimetin kadrini kıymetini bilirsek hiç kuşkusuz Rabbimiz bize bu konuda da çok daha geniş imkânlar sunarak lütfuyla muamele edecektir. Yeter ki biz ümmet olarak vahdet anlayışını kuşanarak, hiçbir Müslüman kardeşimizi düşüncesinden, etnik kökeninden, meşrebinden veya mezhebinden dolayı ötekileştirmeden kardeşlik bilincimizi pekiştirerek güzel adımlar atalım. Madem ki sevgi olgusu imânın belirleyici ögesi olmaktadır, o hâlde farklılık gözetmeden bütün din kardeşlerimize sevgi, muhabbet ve hoşgörü ile yaklaşalım. Sevgi paylaşıldıkça çoğalan yegâne en yüce değerdir. Bir hadis-i şerifte, “Din sevgidir” diye buyrulmaktadır. Biz bu değeri kalplerimizde, gönüllerimizde yeşertmek ödevindeyiz. Bu olguyu aile bireyleri arasından akraba ve komşuluk ilişkilerimize taşırsak, buradan da (sevgiye ilişkin bu duygularımızı) sosyal ve siyasal hayatımıza yönlendirirsek hiç kuşkusuz ilâhî lütuflar da beraberinde gelecektir.
Hani bir kudsî hadiste belirtildiği üzere, “Kulum bana doğru bir adım atarsa, ben de ona doğru on adım atarım; kulum bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim.” İşte bütün mesele ilâhî lütufların idrakinde olabilmektir. Yunus, “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü” derken bunu kastediyordu sanırız.. Çünkü sevgi ayrıştırıcı değil birleştiricidir. Sevgi birliğin kopmaz bağıdır. Sevgi ben değil, biz demektir. Fakat ve elbette ki her bir bireyin özerk kişiliği vardır. Ve bu kişilik farklı etnik kökeniyle, farklı meşrep ve mezhebiyle saygındır. Bağlayıcı olan evrensel insanî değerlerimizdeki üst kimliğimizdir. Nazım Hikmet bunu şöyle formüle ediyor: “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşcesine!” İşte bütün mesele bu kardeşliği kuşanabilmekte yatmaktadır. Bir hadis-i şerifte buyrulduğu üzere: “Siz yeryüzündekilere merhamet ederseniz, gökyüzündekiler de size merhamet eder.” Merhamet ve sevgi kardeşliğin olmazsa olmazıdır.
Son iki yüz yıldan beri Batı materyalizminin tesirinde de kalan Müslüman topluluklar bireysel ilişkilerde vefa ve muhabbet olguları değil de ben merkezci mekanik ilişki biçimlerine entegre olmuş vaziyetteler. Ayrıca ve buna ek olarak Batı’dan aldığımız en kötü miras seküler ulus devlet yapılanmasıdır. Oysa onlar ulus devlet sınırlarını kaldırıp Avrupa Birliği’ni kurdular. Biz ise hâlâ ulus devlet yapılarıyla “sosyal şirk” içerisindeyiz. Bizim bölünmüşlüğümüz hâlâ devam ediyor.
Ulus devlet yapılanması kardeşlik şuuru ve ümmet bilincine vurulan en büyük darbedir. İslâm Birliği imânî bir vecibedir. Bu üstelik ertelenemez, geçiştirilemez, savsaklanamaz, tebdil ve tağyir edilemez bir vecibedir. Bazı farzlar vardır onların pratize edilmesi diğer bir farzın vucubiyeti ile kaimdir. Kamusal alandaki farzların ifası için İslâm Birliği’nin vucubiyeti zorunlu farzlardandır. Ki bu vecibe aynı zamanda imâna taalluk etmektedir. Daha açık bir ifadeyle, İslâm Birliği’nin tesis edilmemiş olması birçok farzın ifasına engel teşkil etmektedir. Örneğin İslâm ve insanlık düşmanlarının zulümlerine son verilmesi, dünyada barış ve huzurun teminat altına alınması İslâm Birliği’inin varlığına bağlıdır. Ümmetin en asli sorumluluklarından biri de “yeryüzünde iyiliklerin tesis edilmesi, insicamın, güvenliğin, barışın sağlanması ve insanlığı tehdit eden olumsuzlukların bertaraf edilmesidir.” (Al-i İmrân:110) İcrası ve pratize edilmesi İslâm Birliği’inin varlığına bağlı olan vecibeler aslında sosyal hayatın her alanında binlerce detayları, binlerce müstakil ana konuları olan hususiyetlerdir. Üstelik her birinin kurumsal anlamda ayrı ayrı birimleri vardır.
Bugün İslâm ümmetinin bilimde, sanatta, eğitimde, kültürde, bayındırlık hizmetlerinde, teknolojide, ekonomide, kısacası medeniyet telakki edilen her alanda geri kalmış olması; diğer taraftan etnik çatışmalar, terör ve iç savaşlar sarmalında enerjisini tüketmesi İslâm Birliği’nin olmayışına bağlıdır. Öte yandan enerji kaynaklarının emperyalist ülkeler tarafından talan edilmesi İslâm Birliği’nin tesis edilmeyişinden dolayıdır. İslâm Birliği hayata geçirilmiş olsa hiç kuşkusuz ağır sanayimizi de kurmuş olacağız, teknolojimizi de geliştirmiş olacağız ve kendi kaynaklarımızı başkaları değil kendimiz kullanacağız...
Hiç kuşkusuz, insanî değerleri ön plânda tutan gerçek çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak İslâm Birliği’nin tesisiyle mümkündür.
İslâm Birliği’ni kurmuş olsak, barış gücümüzü ve savaş teknolojimizi de tesis etmiş olacağız. Allah Teâlâ’nın, “Bildiğiniz ve sizin bilmeyip de benim bildiğim düşmanlarınıza karşı kuvvet ve besili atlar (caydırıcı güç) hazırlayın.” (Enfâl:60) diye emir ferman etmesi neden acaba? Bu güce ulus devlet yapılanması ile ulaşmak mümkün değildir. Kısacası yüzlerce, binlerce vecibenin ifası İslâm Birliği’nin varlığına bağlıdır. Bu birliğe giden yol kardeşlik şuurumuzun, vahdet anlayışımızın ve ümmet bilincimizin pekişmesine bağlıdır.