İnsan, ruh ve bedenden yaratılmıştır. Ruh, insanın mana, beden ise madde boyutunu teşkil eder. Kâinat yaratılırken ruhlar da yaratılmıştır. Tabii doğrusunu Allah (cc) bilir. Zira Rabbimiz, “Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir.”(İsra/85) diye Peygamber Efendimiz’e bildirmiştir.
Ancak A’raf suresi 172. ayetten Rabbimizin ruhların hepsinden hep birlikte kendisine kulluk edecekleri yönünde söz aldığını biliyoruz. Bir vakit onlara: “Elest-ü bi-Rabbikum/Ben Rabbiniz değil miyim?” diye sormuştu. Onlar da istisnasız: "Gâlu bela şahidna/Evet Rabbimizsin, şahidiz.” diye cevap vermişlerdi. Böylelikle bütün ruhlar, Yüce Allah’ın Rab’liğini kabul ederken, birbirlerinin kabullerine de şahit oluyorlardı. Öyleyse sonradan hiç kimse “Ben kabul etmemiştim.” diyemeyecekti.
O halde şöyle düşünelim! Dünyaya gelmiş ve gelecek bütün insanların ruhları, Kâinat’la birlikte yaratıldı. Demek ki bütün ruhlar yaşıt. Bu durumda kulluk yürüyüşümüzün birinci etabına hep birlikte ve aynı noktadan başladık. Amacımız, kulluğumuzu layıkıyla eda edip kurtuluş noktasına ulaşmak. Başlama işaretimiz “Elest-ü bi-Rabbikum”. Sırat-i müstakim kulvarından ayrılmadan “Gâlu bela” çizgisinden sapmadan, yorulmadan engelsiz bir yürüyüş…
Nereye Kadar? Yaratıcımızın dilediği bir zamanda ruhla bedenimizin buluşma noktasına kadar. Böylelikle ikinci etap yürüyüş, ruhun anne karnında ve yüz yirminci günde bedenle buluşmasıyla başlamış olacaktır. Bu andan itibaren anne karnında geçecek olan yaklaşık yüz altmış günlük süre kulluğa hazırlık süresidir.
Nihayet dünya hayatının getireceği meşakkatli yürüyüşün farkındaymış gibi hüzünlü bir doğuş. Bekli de Rabbine en mükemmel kulluk yapıyorken bir anda şeytan ve nefsin vesvese vereceği bir âleme gelmenin sendelemesidir, doğarken insanın ağlaması. Buna rağmen buluğ döneminde Rabbimizin şefkat ve merhamet nimetleriyle beslenerek yeni bir yürüyüşe hazırlanış… Ergenlik çağı derken, yeni yürüyüş yolunun hemen başlangıcı… Ama o da nesi? Birbirine paralel iki ayrı yol. Her ikisinin de bitiş noktası aynı. Ölüm!...
Bu yollardan biri ebedi saadete diğeri ebedi hüsrana götürüyor yolcusunu. Rabbimiz, saadet yolunu emrediyor kullarına. Ama ayrımın hemen başlangıcında şeytan oturuyor. Kandırabildiklerini hüsran yoluna sevk ederek, “Bu yol saadet yoludur.” diyor. Kandıramadıklarına ileride yeni tuzaklar hazırlamış, işlerini yardımcılarıyla yürütüyor. Yolun sonuna kadar da mücadelesine devam ediyor. En büyük tuzakları ise servet, şehvet ve şöhret. Yürüyüşün her noktasında âdemoğlunun buna kapılma riski var. Onun sürüklediği yol kaygan, her adımda haram, fuhuş ve hırs… Ancak Rabbimizin salih dediği kulları vakarından hiç taviz vermeden, şeytana aldanmadan nur aydınlığıyla yoluna devam ediyor. Ayakları yere sağlam basıyor. Onun her adımında ise iman, salih amel ve cihad… var.
…
Bu noktada şeytan hakkında biraz bilgi vermemiz gerekiyor. Dini terimler sözlüğünde Şeytan ve İblis kelimeleri şu şekilde karşılık buluyor.
Şeytan: Kovulmuş, uzaklaştırılmış
İblis: Allah (cc)’ın rahmetinden ümidini kesen, Şeytan’ın diğer ismi, şeytanların reisi.
İblisle ilgili rivayet şöyledir. Yeryüzünde insanlardan önce cinler yaratılmıştı. Cinler mana âleminin varlıklarıdır. İnsan gibi onlarda kıyamete kadar dünyada hayatiyetlerini sürdüreceklerdir… Evet, nasıl ki insanların en mükemmeli Peygamber efendimizse, cinlerin de Allah’a kullukta en üstün olanı vardı. Tarihçiler, adının Azazil b. Haris olduğunu söylüyorlar. O, yaratanına öylesine teslim olmuştu ki mana âleminin bir başka varlıkları olan melekler, ona adeta gıpta ediyorlardı. Bunun için Rablerinden onu kendi katlarına almasını dilediler. Zira kendileri de onun gibi kulluk etmek istiyorlardı. Yüce Allah, meleklerinin duasını kabul buyurdu ve Azazil’i onların katına aldı… Bu durum, Âdem (as)’ın topraktan yaratılmasına kadar devam etti. Ne var ki Azazil, insanın yaratılışını kabullenemeyip ve Rabbimizin emrine itaat etmeyecektir.
Bu konu Kur’an’ı Kerim’in Hicr suresinde geçmektedir. Allah’u Teâlâ Peygamber efendimize şöyle buyurdu:
“Ey Peygamber! Rabbinin meleklere şöyle dediğini hatırla: "Ben, kuru balçıktan, şekil verilmiş çamurdan bir insan yaratacağım. Onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın." (…) Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler. Yalnız İblis, hariç. O secde edenlerle beraber olmaktan çekinmişti.”
Allah buyurdu ki: “Ey İblis! Ne oluyor sana da, secde edenlerle beraber olmuyorsun?”
İblis: “Kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir insana secde edemezdim.” dedi.
Allah: “Öyle ise oradan çık! Sen, artık kovulmuş birisin. Kıyamet gününe kadar lanet senin üzerindedir.” diye buyurdu.
İblis: “Rabbim! Öyle ise insanların kabirlerinden kaldırılacakları güne (kıyamete) kadar bana mühlet ver." dedi.
Allah: “Sen mühlet verilenlerdensin. Allah katında bilinen vaktin gününe kadar...” buyurdu.
İblis: “Rabbim! Beni saptırdığın için, mutlaka ben de yeryüzünde onlara günahları süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak içlerinden ihlâslı kulların müstesnadır."
Allah: “İşte bana ulaşan dosdoğru yol budur. Sana uyan azgınlardan başka, kullarımın üzerinde hiçbir nüfuzun yoktur. (Hicr/28-42)
Şeytan’ın itirazı, bilindiği şekliyle kendisinin ateşten insanın ise topraktan yaratıldığını ve kendince de ateşin topraktan üstün olduğu iddiasına dayanıyor. Öyle sanıyorum ki bu işin bahanesi. Şeytan’ın insanı kabullenememesinin asıl sebebi ateşin üstünlüğü falan olmasa gerek. Kendisine ‘güzel kulluğundan dolayı’ nurdan yaratılmış olan meleklerin dahi gıpta etmesi, onu kibre sürüklüyor. Oysaki insanı üstün kılan, topraktan yaratılmış olmasından ziyade Rabbimizin bizatihi kendi ruhundan ona ruh üflemesi ve de kendisine halife seçmesinden kaynaklanıyor.
Buna mukabil bir kısım insan, böylesine güzel bir nimet lütfedilmişken kıymetini bilemiyor ve lanetlenmiş Şeytan’ın aldatmalarına kanıyor. Ne yazık ki bir gün hoşlanmayacağı akıbetin geleceği yönündeki uyarıları da dikkate almıyor. Hicr Suresi’nin devam eden ayetlerinde Yüce Allah, şeytana uyan ve uymayan kullarının akıbetlerinin ne olacağını şöyle bildiriyor.
Şeytan’a uyanlar için: “Şüphesiz cehennem, onların hepsinin buluşacağı yerdir. Onun yedi kapısı vardır ve her kapıya onlardan bir grup ayrılmıştır. (Hicr/43,44)”
Uymayanlar için de: “Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, cennetler içinde ve pınarlar başındadır. Onlara, ‘Girin oraya esenlikle, güven içinde.’ denilir. Biz, onların kalplerindeki kini söküp attık. Artık onlar sedirler üzerinde, kardeşler olarak karşılıklı otururlar. Onlara orada hiçbir yorgunluk dokunmaz, onlar oradan çıkarılacak da değillerdir. Ey Muhammed! Kullarıma, benim elbette çok bağışlayıcı, çok merhametli olduğumu, azabımın da elem dolu olduğunu haber ver. (Hicr/45-50)” buyurmaktadır.
Evet, dünya hayatı bir tarla misalidir. İnsana sunulan amel alternatifleri ise tohum misali. Çok miktardaki bu tohumların kimisi verimlidir, kimisi zehirli. Yaratıcımız, insana bir de akıl sermayesi vermiş ve onu verimli nimetlere harcamayı emretmiştir. Yine de tercihi paşa keyfine bırakmıştır insanın. Kimi verimli tohumlardan eker ömür tarlasına, kimi zehirli. Herkes amel defterine biriktirir hâsılatını. Son hasat günü ölüm günüdür. Kabre konulunca, dünya tarlasına ne ektiği sorulur hemen oracıkta. Münker-Nekir sual eder, söyle der: “Kimin kulusun, kimin de ümmeti; kitabın nedir, dinin ne?”… Kimi diller bülbül gibi şakır, verir her bir suale cevabı. Dolanır kimi diller de eyvah der… bir fırsat daha ister… Altın gibi bereketlidir kimi hâsılatlar, elmas gibi parlar nurlandırır kabrini sahibinin. Fatihaları, Yasinleri, hatimleri gelir de gelir arkasından… Zehirlidir, neresinden tutsan elinde kalır kimi de hâsılatlar. Boğazına dizilir sahibinin, basar çığlığı ama duyanı yoktur. Bir Fatiha bile ulaşmaz ki nefes yolları açılsın. Bir pişmanlık kaplar ki “ben bir taş olayım, hiç olmazsa toprak.” der. Ama nafile, dönüş yok artık. Ve-l hâsıl Münker-Nekir sualleri tamamlar. Mü’minlerin kabri nurdan pencerelerle aydınlanır. Kâfirler için emredilir toprağa ki: “Sıkın, sıkın bu isyankârların geçsin kemikleri birbirine!
Taaki İsrafil üflesin Sur’a bir defa… sonra bir daha. Evet, Dünyadaki yürüyüş de artık son bulmuştur. Herkes sınavı tamamlamış, vermiştir kâğıdını Rabbine. Şimdi ise kurulmuştur, Mehkeme-i Kübra. İlahi kompüter bir bir okuyor amel defterlerini, lime lime tarıyor. Olmasın herhangi bir haksızlık kimseye, olmaz da. O gün boynuzludan boynuzsuzun hakkı alınır da verilir sahibine. O gün evlat davacı olur babasından, anneler evladından. O gün can havlindedir kul, vermez zerre kadar sevabını candan yakın cananına. O gün zerre miktarı sevaba mükâfatı kat be kat verilir. Zerre kadar günah da unutulmaz, konulur teraziye. O gün sıfır çekenler olacak, hatta eksi puan alanlar… Kimi ise tam puan alır, firesiz…
Artık yerleştirmeler yapılacaktır. Kimi bir dalış dalacak ki ateş deryasına, yandıkça yanacak. Hiç de hafifletilmeyecek azapları. O gün ki pişmanlığın tarifi imkânsızdır. Oradaki yiyecekler zakkumdur, içecekler kaynar su ve irin.
Kimileri bir bahçelerden içeri girecek ki, aman Yarabbi bu ne bir güzellik? Tarifi mümkün olmayan bir duygu. O gün iri gözlü huriler karşılamıştır onları. Oradan bir daha çıkmazlar da…
…
Evet, mâna âleminden geldik, maddeye büründük sonra bir başka âleme gidecek ve orada ebedi kalacağız. Ancak gideceğimiz yerin tercihi madde ve mânayı birlikte yaşadığımız bu fani âlemde yine kendimize bırakılmıştır. Yaşadığımız dünyada mâna ve maddeyi birlikte seyredemezsek, birlikte özümseyemezsek ve ona göre gereklerini yerine getirmezsek, ebedi âlemde karşılaşacağımız ne yazık ki azap dolu bir hayat, yani Cehennem olacaktır. Ya da tersinden ele alırsak, madde ve mânayı birlikte anlayıp, özümseyip ve ona göre gereklerini yerine getirirsek ebedi saadet içerisinde yani Cennet’te yaşayacağız demektir.
Elest’ten-ebede bir yolculuk yapıyoruz. Madde âleminin hayatımıza girdiyi zaman dilimi, kat edeceğimiz mesafe içerisinde bir göz açıp-kapama mesabesindedir. Yani ruhumuz diyelim ki birkaç milyon yıldan beri devam ede gelmekte; ortalama bir yetmiş yıl da dünyada bedenimizle birlikte varlığını sürdürmekte ve sonrasında da ebedi hayat yolculuğuna devam edecektir. Tabii anne karnındaki süreçle kabir hayatı ve berzah âlemini de aşamalar olarak kaydedebiliriz. Burada bizi asıl ilgilendiren ruhun bedenle birlikte geçirdiği dünya hayatıdır. Yani şu ortalama yetmiş yıl. Zira burada bir imtihana tabii tutuluyoruz. Öyleyse bu mesafeyi Rabbimizin razı olacağı bir hayat tarzı seçerek geçirmemiz gerekmez mi? Yoksa bu sonu gelmeyecek olan yolun azaplı olması kaçınılmazdır.
Rabbimiz! Biliyoruz kalplerimiz senin elinde dilediğin gibi evirir-çevirirsin. Onu bize bırakırsan sadece hüsrana götürürüz. Ama senin merhamet deryan vardır. Kalbimiz ise bir damlacıktır. Onu da bu deryanın içine bırakıver. Yoksa nice olur halimiz? Yoksa nice olur halimiz, ey Rabbimiz!