GARGAT AĞACININ KÖKLERİNE BAKMAK LAZIM
Ey, kardeşlerim!
didişmekten fırsat bulursanız,
dinleyin!
Luciferin fısıltılarına,
verdiğiniz kulaklarınızı,
bir kez olsun bana verin!
Siz nasihat sevmezsiniz,
lafa söze gelmezsiniz,
yalnızca hikaye söyleyeceğim!
seversiniz,
masal dinlemeyi,
masalım ki farklı lakin,
uyutmak için değil,
uyandırmak için...
Bundan çok uzun yıllar önce,
insanlığın ilk cinayetinin işlendiği,
o yıllarda başlar hikayemiz...
her cümleye haşa demeyeceğim ama,
haşalıktık sözlerimiz.
Adem babamız ve havva anamızın çocukları,
biz goyimler doğmuşuz.
ilk haşamız;
luciferle havva anamızın çocukları da,
herşeyin uğruna yaratıldığı,
yahovanın ...
ve iki nehir kuşatır,
siyon yıldızını,
biri nil, diğeri fırat,
hesapta bizim gayseri bilem var!
onlar çekyat üretedursun!
beyoğlundaki,
seçkin goyimlerin mabedi,
nur-u ziya sokağının,
bizim nurcularla ilgisi yok lakin!
o da ne demeyin,
biraz araştırın, inceleyin!
Herşeyden, herkesten,
hakkını almak isteyen bu çocuklar,
şimdilerde filistinde beslenmekteler.
one minute,oh my god!
Eşkenaz, seferad, sebatay!
Vay yavrum vay!
biz gül ağacından,
italyan tasarımlı,
avrupa kazıklarıyla donatırken,
tokili evlerimizi...
onlar gargat ağacı dikmekteler...
biz apartmanlarda,
korkak çocuklar yetiştirirken,
onlar ilk 500' e sahiplendiler!
Black Rock ile oynarlarken zirveye,
Biz hüzünlendik Gazze'ye!
Bankalar, borsalar, sendikalar;
onların!
bize meydanlar!
filmler onların,
seyreden biz!
işte böyle hikayemiz!
ülkemiz nüfusu, şehirlerde...
üç çocuk hayalimiz!
nesilleri telef makinasının mucidi onlar,
düğmeye basan biz!
görünmez medeniyet onların,
tek devlet, tek millet!
biz de menü geniş,
nerde ümmet?
onlarla diyalog,
kendimize blog!
sıkıldınız mı,
anlattıklarımdan!
anti ya da değil,
semitist mi oldum yoksa?
kurbağalar mı ürktü?
sözün özü,
biz onların gargat ağacını,
700 yıl önce,
bir çınarla kuruttuk!
o yer, söğüttü!
anlayana öğüttü...
sözlerim aşmasın maksadını,
kötülemek değildir kötüyü,
bakma sen ona buna,
yahudaya,
kul ol sen kendi yaradanına!
ibret al yeter yani...
bak 6 milyon yahudi,
kök salmışsa, davasın,
davan laklak olamasın...
otur bu yahudiler var ya,
edebiyatına,
ebediyyen sıkıntı başına!
Ey hak yolun yolcusu,
hakikatı ara ki başarasın,
cehennem aynı çukur,
beğenmediğinle yanarsın!
Şapka çıkar luciferin çocuklarına,
sen ademin oğlu bak, yaptıklarına...
bilmediğin şeymiş gibi,
neden şaşarsın?
yahudi yahudi de,
sor bakalım kendine;
sen kimin nesi,
kimin fesi?
Kulak ver diyeceklerime_
Sicarii, Hz. İsa döneminde Yahudi suikastçilerden oluşan gizli bir cemiyetti. Diğer suikastçi grupları gibi Sicarii de dini fanatizm ve delilik ölçüsünde siyasi tarafgirlik karışımıyla üyelerinin körü körüne sadakatini sağlıyordu.
"Hançer" sözcüğünün Latincesi, "sicarus"tur ve Sicarii, basitçe "hançerli adam" anlamına gelir. Bu terim, aynı zamanda Roma arenasında bir gladyatör tipinin de adıdır. Çünkü gladyatörler, taşıdıkları silaha göre adlandırılıyorlardı.
Julius Caesar, Yahudilerin dostu ve hayranıydı. Roma imparatorluğu döneminde onlara devlet kurma ve huzur içinde yaşama izni vermişti. Bu devlet, Haşmoneyan Hanedan'ının kukla Yahudi kral ve kraliçeleri tarafından idare ediliyordu. Ama Roma'nın fethettiği başka bölgelere göre ayrıcalıkları çok daha fazlaydı. Ancak Yahudiler ve onların fatihleri (Romalılar, uzun bir listenin sonundaydı. Diğer fatihler arasında Babilliler, Asurlular, Selevkos Yunan İmparatorluğu da vardı) arasındaki ilişki, sonraki yüzyılda giderek sorunlu bir hal aldı.
Bu yeni anlaşmazlığın iki nedeni vardı: Bağnazlar ve Sicarii Örgütü!:
Zealotlar, Judea merkezli aşırı sağcı bir siyasi partiydi. İngilizcede "bağnaz" anlamına gelen "zealot" sözcüğü, ideolojinin kör ettiği insanlar için kullanılır.
Sicarii, Zealotlardan oluşan gizli bir cemiyetti ve bu cemiyetin üyeleri, Roma işgâline karşı isyan başlatmakla yetinmeyen Yahudilerdi.
Sicarii tarikatı, kanlı bir isyan başlatmaya niyetliydi ve "Helenleşmiş", yani Romalı derebeylerinin etkisi altına girmiş ya da onlara olumlu bakan herkesi öldürerek bunu bir ölçüde başardılar. Sonunda M.S. 68'de aradıkları kıyamet senaryosunu tetiklemeyi başardılar. Şiddetten bıkıp usanan Roma lejyonları, bu zorlu eyaleti işgal etti. Ulusu kıyıma uğratan ve Yahudileri dünyanın dört bir yanına dağıtan üç uzun savaştan ilkiydi bu.
İnançlı Yahudiler, Sicarii'nin Tapınak Dağı'nda, Kudüs'teki en kutsal ibadet yeri Süleyman Tapınağı'nda bile kan dökmekten çekinilmemesinden dehşete düşmüşlerdi. Ancak dini festivaller arasında mekanı dolduran kalabalığın içine karışıp hedeflerini öldürdükten sonra yine kalabalığın arasında kaybolmak, Sicariilerin salt tapınağa hürmet ettikleri için vazgeçemeyecekleri kadar büyük bir fırsattı. Dökülen kan bir Romalıya ya da Roma vatandaşına ait olduğu sürece, Sicariiler için hiçbir sorun yoktu.
İsyanın son dramatik sahnesini dağ şehri Masada'da tasarlayan bir grup Sicarii, teslim olmak yerine topluca intihar etmeyi seçmişti. Onlara boşuna Zealotlar dememişlerdi. Romalılar, birini yakalayıp işkence ettiği zaman, tarihçi Josephus'un anlattıklarına göre adamın cesareti ya da belki de delilik ölçüsündeki setliği, herkesi şaşırtmıştı. Hatta Sicarii çocukları bile işkence gördüklerinde Sezar'ı lider kabul etmeyi reddediyorlardı.
Hz. İsa'ya ihanet eden havarisi Yahuda İskaryot da büyük olasılıkla bir Sicarii idi. "İskaryot" sözcüğü, "Sicariilerden biri" anlamına gelen sicarus sözcüğünün Latinleştirilmiş versiyonuydu.
Judea dümdüz edildikten sonra, Sicariiler, Mısır'a kalabalık bir Yahudi nüfusunun yaşadığı İskenderiye'ye kaçtılar ve onları da isyana teşvik etmeye çalıştılar. İskenderiye Yahudileri, bu teklife bulabildikleri bütün Sicariileri öldürerek karşılık verdi. Geriye kalanlar, birer birer yetkililer tarafından yakalandı ve kısa süre sonra Sicariiler, tarih sahnesinden silindiler.
Mi acaba?
Bu işin günümüze uzantısı ne peki?
Tarihin dehlizlerinde dolaşmaya var mısın? Kesif bir küf kokusu yakacak genizlerini. Soluksuz takıl peşime. Dünden bugünlere bir yolculuk için oku yazılanları.
*
Satanist ve katil Siyonizmin kaynağı püritenliktir. İşte bu kavramı bilmeden bugünleri anlayamayız. Abdullah İbn_i Sebe, Yasef Nassi, Sebatay Sevi'yi tanımadan bugünleri yorumlayamayız.
Yolculuk başlıyor.
Püritenler, kendilerini Eski Ahit'e öylesine kaptırmışlardı ki, Amerika'ya New England (Yeni Ingiltere) yerine New Israel (Yeni Israil) adını vereceklerdi.
Puritanizm Amerika'nın kuruluşunda böylesine önemli rol oynayıp, "Amerikan ruhunu sekillendirirken", bu ülkeye "yahudici / yahudi sempatizani" (judaizer) misyonunu da yükledi elbet. Püritenlik, daha sonra gelişen tüm Amerikan protestanlığını da etkisi altına almıştır.
Püritenler, Yeni Dünya'ya Muharref Tevrat'in içerdiği vahşet boyutunu da getirmislerdir. Tevrat, Yahudilerin, Filistin'i sözde haksız olarak gasp etmis Kenan halkına karşı girişecekleri savaşta uygulamalari gereken bazı vahset emirleri içerir. Bu vahset emirleri, geçmis yıllarda ve günümüzde-yakın gelecekte Israil ordusu tarafından Filistinliler'e karsı uygulanmıstır-uygulanacaktır. Kendilerine rehber olarak Tevrat'ı kabul etmiş olan Püritenler de, Amerika topraklarında uyguladıkları vahşetler için Tevrat emirlerini referans kabul etmişlerdir.
Noam Chomsky, Year 501: The Conquest Continues (Yil 501: İşgal Sürüyor) adlı kitabında Amerikan yerlilerinin Kristof Kolomb'la başlayan baskı ve "etnik temizlik" dolu tarihine el atıyor. Ve Püritenlerin, Amerika'yı "VaadedilmişToprak" olarak gördüklerini, üzerindeki Kızılderilileri de "Kenan Halkı" saydıklarını bildirdikten sonra, Püriten vahşetini söyle anlatıyor:
"New England'daki ilk büyük soykırım hareketlerinden biri, 1637'de Pequot Kızılderilileri'nin yok edilmesiydi. Sömürgeci Püritenlerin, uyguladıkları bu vahşeti göklere çıkaran resmi açıklamaları ise şöyleydi: 'Yeryüzü cennetinde Tanrı'nın istemediği bu Pequot yerlileri temizlendi. Öyle ki, sükürler olsun, artık Pequot ismi taşıyan kimse kalmadı.'
Bugün, 'Tanrı'nın izni altında' yurduna bağlılık yemini eden her AmeriKANya çocuğu, aslında, bu katliamı uygulayan Püritenlerin taşıdığı retoriği ve Eski Ahit'ten (BozulmuşTevrat) kaynaklanan düsünceyi ödünç almaktadır.
Püritenlerin Eski Ahit'ten aldıkları düşünce ise şudur: 'Bilinçli bir biçimde, Tanrı'nın seçilmis halkına ait olan Vaadedilmis Topraklar'daki Kenan halkını yok etmek'.
Katliamı uygulayan Püritenler, yaptıkları işi tümüyle dini liderlerinin kontrolünde gerçekleştiriyorlar, 'kutsal misyon'larını yerine getiriyorlardı. Öyle ki, kızılderili erkek, kadın ve çocuklar tümüyle Eski Ahit emirlerine göre katlediliyorlardı. Kendi kullandıkları Tevrat deyimlerine göre, Püritenler, kızılderili çadırlarını 'kızgın ateşli fırınlara' döndürüyorlar, içindeki kurbanları Tevrat deyimiyle 'olabilecek en kötü ölümle' öldürüyorlardı. Bir baska Tevrat ayetinin deyimiyle ölenler 'ateşin içinde kızarıyor, ancak oluk oluk akan kanları ateşi söndürüyor'du. Katliamı uygulayanlar ise 'Rab (Yehova)'nin övgüsüne layık' oluyorlardi.
Bundan bir kaç yıl sonra ise New York bölgesindeki yerlilerin 'temizlenmesi' operasyonu düzenlendi. Örneğin, Subat 1643'de Güney Manhattan'da Hollanda'lı askerler tarafından Algonquin Kızılderilileri'ne karşı gerçekleştirilen ve David de Vries tarafından aktarılan katliam şöyleydi:
'Askerler pek çok Kızılderili'yi uykularında öldürdüler. Annelerinin göğüslerinden çekilip alınan bebekler anne-babalarının gözleri önünde kılıçla parçalanıyor ve bebeklerin parçaları ateıe atılıyordu. Kundaktaki bebekler beşikleri içinde parçalanıyor, kafalari eziliyor, en taş yürekli adamın bile vicdanını sızlatacak bir vahşilikle öldürülüyorlardı. Bazı bebekler nehire atıldı, onları kurtarmak için anne ve babaları da suya atladı. Ama askerler ne çocukların ne de anne-babaların sudan çıkmalarina izin vermediler, hepsi boğuldu."
Modern dünyanın uygulamaktan bir türlü vazgeçmediği vahşetin ardında, bir de bu tür bir "judaizer" geleneği yatmaktadır.... Püritenlerin uyguladıkları vahsetin İbrani öğretisine dayandığına, Arnold Toynbee de dikkat çeker. Amerikalı sosyolog Thomas F. Gossett'in Race: The History of an Idea in America (Irk: Amerika'daki Bir Düşüncenin Tarihi) adlı kitabında yazdığına göre, Toynbee, "Amerika'daki İngiliz kolonicilerinin Eski Ahit üzerinde yoğunlaşmalarının, onlara, dinsizleri yok etmekle görevli seçilmis bir halk oldukları inancını verdiğini" savunuyor. Gossett, bunun ardından, "Tevrat'taki Israilliler Kenan halkını nasıl yok ettilerse, Massachusettes kolonisindeki İsrailliler (yani Püritenler) de Kızılderilileri öyle yok ettiler" diyor.
Püritenlerin, "Amerikan ruhu"na enjekte ettikleri bu "judaizer" etki, Amerika'nın yahudilik konusundaki yaklaşımını bugüne dek yönlendirmiştir. Amerikan protestanlığıi, Püriten düşüncesinin bir devamı olarak, yahudilerin hep "seçilmis ırk" oldugu düşüncesini benimsemistir. Amerikan-Ibrani iliskilerinin tarihsel gelişimini incelediğinizde Amerikan protestanlığınin taşıdığıbu ilginç misyon, dikkatlerden kaçmaz.
Protestanlık-yahudilik paralelliğini göstermesi açisindan oldukça ilginç bir isimle karşılaşırız.
"1841'de New York'da bir metodist protestan olarak doğan William Eugene Blackstone, gençlik yıllarında Kutsal Kitap üzerinde uzmanlastı... 1878'de Blackstone büyük eseri 'Jesus Is Coming'i (Isa Geliyor) yayınladı ve kısa sürede ün kazandi. Evanjelik cemaatleri onu alkışladılar. Kitabı bir milyonun üstünde sattı ve Ibranice'yi de kapsayan 48 dile çevrildi.
Blackstone, arkadaslari Dwight L. Moody ve Cyrus I. Scofield ile birlikte, Kutsal Kitab'in yahudilerin 'Tanrı'nın seçilmis halkı' olduğu seklindeki hükmünün hala geçerli olduğunu savundu.... Aralarında John D. Rockefeller, Cyrus McCormik, J. Pierpont Morgan gibi isimlerin ve Parlemento sözcüsünün, senatörlerin, hakimlerin, avukatların, gazetecilerin bulundugu 413 seçkin Amerikalı Blackstone'un bu fikrine destek verdi. Yahudilerin seçilmis halk olduğunu destekleyenler, Amerikan elitinin kapsamli bir listesi durumundaydi...
Blackstone, daha sonra Rusya'dan göçen yahudilerin sözkonusu olduğu dönemde, su öneriyi getirdi: 'Niçin Filistin'i Yahudilere vermiyoruz?'...
Peki Filistin 'bizim' miydi ki onu Yahudilere verecektik? Buna karşılık Blackstone, 1878 Berlin Anlasması ile birer Türk eyaleti olan Bulgaristan ve Sırbistan'in Bulgarlara ve Sırplara verildiğini hatırlatıyor ve şöyle diyordu: 'Bulgaristan'in Bulgarlar'a, Sırbistan'in da Sırplara ait oldugu kadar, Filistin de yahudilere ait değil mi?'... Yahudi devleti, aynı Bulgaristan ve Sırbistan gibi, Türk Hükümeti'nden anlaşma sonucu alınacak Filistin toprakları üzerine kurulabilirdi...
Böylece Amerikali bir protestan olan Blackstone, Avrupalı bir yahudi olan Theodor Herzl'den yıllar önce siyasi siyonizmi ortaya atmıştı....
Blackstone, ölümünden iki yıl önce, 1933'de Chicago'daki protestan cemaatine yazdığı mektupta, asırlar önce Püritenlerin eliyle Amerika'ya yüklenmis olan misyonunun hala geçerli olduğunu vurguluyor ve, 'İsrail'in uyanışıyla şimdi her zamankinden daha çok ilgileniyorum' diye yazıyordu, 'Dualarımız ve gayretlerimiz sayesinde beklenen Mesih'lerine kavuşabilirler'."
Püritenlikten kaynaklanmış olan Amerikan protestanlığının yahudilikle olan paralelliğini ve yahudilerle ilgili olarak taşıdığı misyonu baska kaynaklar da vurguluyor. The Lobby: Jewish Political Power and American Foreign Policy (Lobi: Politikadaki Musevi Gücü ve Amerikan Dış Politikası) kitabının yazarı Edward Tivnan, konuyu söyle dile getiriyor:
"Amerikan Siyonist hareketinin önderi Brandeis, yeni kurduğu Amerika Siyonist Organizasyonu'nu geliştirmeye çalışırken, siyonist hareket birdenbire Beyaz Saray'da bir dosta sahip oldu. Bu dost Baskan Wilson'dı. Wilson, Brandeis'i yalnızca 1916'da Anayasa Mahkemesi'ne atamakla kalmayacak, aynı zamanda bu genç arkadaşının seslendirdigi siyonizm teorisine de destek çıkacaktı.
Wilson'in bu tavrı, pragmatik bir siyasi karar olmaktan çok daha öteydi. Bir Prespiteryen papazın oğlu ve Kutsal Kitab'ın sürekli bir okuyucusu olarak Wilson, yahudilerin kaderi ile duygusal olarak ilgiliydi. Amerikan protestanlığında Siyon idealine karşı büyük bir sempati geleneği vardır. Grose, Wilson'ın 'Ben, bir protestan papazın oğlu olarak, Kutsal Topraklar'in oranın gerçek sahiplerine verilmesine destek olmakla yükümlüyüm' dediğini de belirtir."
Amerika'daki Protestan cemaatlerinin önemli bir bölümü, bugün de aynı etkiyi taşımaktadır. ABD'deki köktenci protestan cemaatleri, Israil'i "Tanrı'nın yerine gelmiş bir vaadi" olarak değerlendirirler. Israil'e yapılan Amerikan yardımı hakkındaki en ufak bir eleştiri, bu cemaatlerden büyük tepki alır. Israil Devleti, Tevrat'ta adı geçen yahudilerle özdeşleştirilirken, Gazze ve Batı Seria'da yasayan Filistinliler, Kenan Halkı olarak değerlendirilmektedir. Öyle ki, bu cemaatler, Amerika'nın gücünü koruyabilmesini de Israil'e yaptığı desteğe baglamaktadırlar. Sayıları elli milyonu aşan Evanjelik protestanların liderlerinden Jerry Falwell, "Diğer milletler Israil milletine nasıl davranıyorsa, Tanrı da onlara öyle davranır" diyebilmektedir . Aralarında çok yakın bir dostluk bulunan Evanjeliklerin ve yahudilerin önemli bir bölümünün, "ortak düşmanlari" ise, Noam Chomsky'nin hatırlattığı gibi, müslümanlardır.
Sonuçta, Protestanlığın büyük ölçüde Eski Ahit'e ve İbrani dünya görüşüne dönüş hareketi olduğunu ve bu dönüşün hem sosyo-ekonomik boyutta (kapitalizmin dogması, faizin mesrulaşması) hem de sosyo-politik boyutta (yahudilere karşı olağandışı bir sempati ve hayranlık doğması gibi) sonuçları olduğunu söyleyebiliriz.
Batı kültürünün, ahireti temel hedef olarak belirlemiş olan Katolik düşüncesinden kopup, Kuran'ın "Her biri, bin yıl yaşatılsın ister" (Bakara, 96) hükmüne uygun bir dünyeviliğe dönmesi de, kuskusuz önemli ölçüde bu "İbranileşme" sürecinden kaynaklanmaktadır.
*
Bitirmeden şu Püritenlik konusuna da kısaca değinmek istiyorum. Püritenliğin kökleri İngiliz reformunun başlangıcına dayanır.
Katolikliğin dayatmaları insanları bunaltmıştı. Püritenlik 1500’lerin ortalarında İngiltere’de başlayan bir dini reform hareketiydi. İlk hedefi Katolik Kilisesi’nden ayrıldıktan sonra İngiltere Kilisesi içinde kalan Katolik etkileri ortadan kaldırmaktı. Bunu yapabilmek için kilisenin yapısını ve törenlerini değiştirmeye çalıştılar. Güçlü ahlaki inançlarıyla uyum sağlaması için İngiltere’de daha geniş yaşam tarzı değişiklikleri istediler. Bazı Püritenler Amerika’ya göç ettiler ve bu inançlara uyan kiliseler etrafında inşa edilmiş koloniler kurdular. Püritenlik, İngiltere’nin dini yasaları ve Amerika’daki kolonilerin kuruluşu ve gelişmesi üzerinde geniş bir etkiye sahipti.
Yalnızca İncil değil 'eski ahit' adı verilen Tevrat'ta artık hristiyanların inanç dinamiklerini besler hale gelmişti.
Avrupa tarihinde 16.yy Reform yüzyılı olarak adlandırılır. Reform konsepti Avrupa'nın büyük bir kısmının Katolik Kilisesi'nden ayrılması anlamına gelir. Aynı zamanda bu Avrupa'nın, Papanın hakimiyetinden kurtulmasına ve Protestanlığın kurulmasına yol açan dinsel bir harekettir. Birçok kaynakta, Anglikan kilisesi'nin bu yüzyıldaki reform hareketlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış olduğu açıklanmaktadır. Fakat İngiltere'de, reform bundan çok önceleri ortaya çıkmıştır. Hatta İngiltere’deki reform fikirleri, Avrupa'daki reform hareketlerinin öncüsü olmuştur. İngiltere'de John Wycliffe Reformun ilk temsilcisi olmuştur. Ondan sonra 16. yüzyılda Kraliçe Elizabeth'in ciddi gayretlerinin bir neticesi olarak Anglikan Kilisesi Katolik Kilisesi'nden tamamiyle ayrılmıştır. Bu yüzyıldan sonra Anglikan Kilisesi, benzerine az rastlanır ulusal bir kilise konumuna gelmiştir. Ortak Dua Kitabı hazırlanarak Tanrı tarafından seçilmiş bir millet ve kilise oluşturma gayreti içerisine girilmiştir. Birçok ülkede olduğu gibi İngiltere'de de reform kolay olmamıştır. Anglikan Kilisesi tarihinde bir çok zorlu dönem geçirilmiştir. Anglikan Kilisesi oluşumdan sonra misyoner kuruluşlar ve sömürgecilik faaliyetleri sonucunda dünyaya yayılmıştır.
Bu arada 8. Henry'den bahsetmemek olmaz.
*
Henry için “Rönesans Adamı” ifadesini kullanmak yanlış olmayacaktır. Eğlenceye düşkün bir yapıya sahip olup sarayda her gün balolar festivaller düzenlerdi. Özellikle 20’li ve 30’lu yaşlarında oldukça enerjik bir yapısı vardı. Lakin ilerleyen yaşlarında huysuz, çekilmez bir adama dönmüştü.
1536 senesinde altı karılı Henry'nin karılarından biri olan Anne Boleyn’in hamile olması şerefine sarayda bir festival düzenlenmiştir. Henry festivalde katıldığı mızrak dövüşünde attan düşerek bir bacağını yaralamış ve yaralı bacağı ona hayatının sonuna dek acı vermiştir. Başka bir neden de erkek evlada sahip olamadığı için hayattan istediği beklentiyi alamamıştı. Erkek evlat, bir kral için oldukça önem taşımaktadır. Henry ona sahip olamadığı için insanları sevmemeye, şüpheci ve oldukça zalim bir krala dönüşmüştü. Ayrıca genç yaşlarında oldukça enerjik olmasından da bahsettiğimiz üzere, yaşlanınca bunları yapamadığı için krizin eşiğindeydi özellikle yaralı olan bacağı yüzünden oldukça sevdiği at binmek, ava çıkmak dans etmek gibi aktiviteleri yapamamaya başlamıştı. Yalnızca tüm bu sebepler değil, özel hayatında da yolunda gitmeyen şeyler olduğu için Henry oldukça zor bir durumdaydı. Henry, erkek çocuk sahibi olmayı oldukça önemli buluyordu çünkü yakın geçmişte daha önce bir kadının ülkeyi yönettiğine şahit olmadığı için oldukça tereddütlü yaklaşıyordu. Ancak Katolik inancına göre boşanmak mümkün olmadığı ve ilk eşi Catherine’in oldukça önemli bir aileye mensup olması hasebiyle, boşanmanın gerçekleşmesi hiç de kolay olmamıştır. Henry, 1534 senesinde Katolik Roma Kilisesi ile yollarını ayırarak 1534 senesinde Angilikan Kilisesi’ni kurarak kendini de bu kilisenin başı olarak tayin etmiştir. Elbette bu kiliseyi kurmasının tek amacının karısından boşanmak olduğunu söylemek doğru bir ifade olmasa da kendi otoritesini Papa'yla paylaşmak istememesi de önemliydi.
İngiliz Anglikan Kilisesi ilk olarak 1534 yılında Katoliklikten ayrılsa da Kraliçe Mary 1553’te tahta geçtiğinde Katolikliğe geri döndü. Mary yönetimi altında, birçok Püriten sürgün cezasıyla karşı karşıya kaldı. 1558’de Kraliçe Elizabeth tahta geçti ve Katolik Kilisesi yeniden reddedildi; ancak Püritenler için bu durum yeterince iyi değildi.
1608’de bazı Püritenler İngiltere’den Hollanda’ya göç etmişti. 1620’de ise Mayflower bölgesinde Plymouth Kolonisi’ni kuracakları Amerika’daki Massachusetts’e göç ettiler. 1628 yılında başka bir Püriten grubu Massachusetts Körfezi Kolonisi’ni kurdu. Nihayetinde, Amerika’nın New England bölgesinde yayıldılar ve kendi kendini yöneten yeni kiliseler kurdular. Kiliseye tam anlamıyla üye olabilmek için Tanrı ile aralarındaki kişisel ilişkileri ifade etmek zorundaydılar; zira, kolonilere, yalnızca ‘tanrısal’ bir yaşam tarzı sergileyenlerin katılmasına izin veriliyordu.
İngiltere’de kalan Püritenler ise artan hoşnutsuzlukları nedeniyle isyan etti ve sonuç olarak, belirli dini uygulamaları içeren yasalara uymayı reddettikleri için yargılandılar. Bu etken, 1642’de kısmen dini özgürlükler konusunda bir mücadelenin sürdüğü ‘Parlamenterler’ ve ‘Kraliyetçiler’ arasındaki İngiliz İç Savaşı’nın da patlak vermesine yol açacaktı. Oliver Cromwell liderliğinde bu savaştan galip çıksalar da Püritenlerin etkileri gitgide azalacak ve İngiliz Kilisesi’nin etkisi altında güçlerini yitireceklerdi.
1600’lerin sonlarında ABD’nin Salem gibi bölgelerinde yaşanan ‘cadı avları’, Püritenlerin dini ve ahlaki inançları tarafından yönlendirildi. Ancak 17. yüzyıl içerisinde Püritenlerin ABD’deki kültürel gücü de yavaş yavaş azaldı. İlk nesil göçmenler öldükçe, çocukları ve torunları kiliseyle daha az bağlantılı hale geldi. 1689 yılına gelindiğinde, New Englandlıların çoğunluğu kendilerini Püriten yerine Protestan olarak görüyordu; bununlar birlikte, birçoğu Katolikliğe keskin bir şekilde karşıydı.
Amerika’daki dini hareket, sonunda birçok gruba (Quakerlar, Baptistler, Methodistler vb) ayrıldıkça, Püritenizm bir dinden çok bir yaşam felsefesine dönüştü. Özgüven, ahlaki sağlamlık, azim, siyasete mesafeli durma ve sade yaşama odaklanma gibi ögeleri temel alan bir yaşam biçimi haline geldi. Bu inançlar yavaş yavaş, ‘New England zihniyeti’ olarak adlandırılan, kısmen laik bir yaşam tarzına da zemin hazırladı.
DÜNÜ ANLAYAMADAN BUGÜNLERİ YORUMLAYAMAZ, GELECEĞE DE HAZIRLANAMAYIZ.
DÜN BUGÜNLERİN AYNASIDIR.
YARINLARIN YOL HARİTASIDIR.
İSRAİL NASIL MI KURULDU?
İngilizler ve Fransızlar ortadoğuyu işgal edince propagandaya başladılar. Araplara Türkler sizleri 500 yıl sömürdüler dediler. Şimdi de aynı söylemin hedefinde Kürtler var. Kürtler umarım Arapların yediği bu zokayı yutmazlar.
"Şu anda Türkler, gerekse Almanlar bizleri sadece para icin, zevk icin kendileri ile düşüp kalkan birer fahişe sanıyorlar.Bırakalım harbin sonuna kadar da öyle bilsinler..Harbin sonunda tarih,ellerinde silahı, tüfegi ve askeri bulunmayan bir milletin koca bir harbi nasıl kazandıgını görecek ve bütün dünya bize hayran kalacaktır.." der Sara Aaranson...
Birinci dünya savaşı esnasında kanal cephesinde savaşan ve ikinci meşrutiyet devrinin onemli uc paşasından biri olan Cemal Paşa'nın savaş doneminde yanına ve hatta yatağına kadar girebilmiş aslen musevi olan ve sadece musevilerin yaşayabilecegi bir ülke hayal eden,bu yüzden cihan harbinde ingilizlerin tarafını tutarak ingiliz istihbarat örgütüne calışan,güzelliği dillere destan casustan bahsedeceğiz bu kez.
Cihan harbi esnasında musevi kızları cephede savaşan subayların zaaflarından faydalanmayı iyi bilmiş ve bu sayede onların askeri planlarını gizlice calabilmiş ya da ağızlarından olası askeri harekatın bilgilerini alabilmişlerdi..
Sara'nın da görevi buydu..sadece diger musevi casuslara gore biraz daha tehlikeliydi..Cemal paşa'nın planlarını calarak en kısa zamanda telgraf veya kendi casus şebekesi ile ingiliz komutanlara ulaştırması gerekiyordu..
İngiliz casus Sara kendisine ve güzelliğine oldukca güvenen bir kadın,bu sayede Cemal paşa'nın dahi aklını başından alabilmişti..
Bugünkü İsrail' in kurulmasında ağabeyi aaron ve Lawrence ile anılan en büyük Nili kahramanlardan biridir.
Sara Aaranson, Osmanlı Yahudisi olarak Yafa şehri yakınlarında Yitron Yaakov’da yaşıyordu. Ağabeyi Aaron ile birlikte 1914 yılında NILI adındaki Yahudi casusluk örgütünü kurdular. Osmanlı ordusunun 1917 Gazze savaşlarında en hassas savaş planları SARA’nın casusluk örgütü tarafından elde edilip İngiltere’ye ulaştırıldı. Sara, casus güvercinin kanatları altına sakladığı belge yüzünden yakalandı, sorgulanırken intihar etti.
Sırları kendisi ile birlikte ortadan kayboldu. İngiliz gizli servis belgeleri açıklanırken Sara’nın fotoğrafı ve çalışmaları hakkında bilgiler de bulundu. -Çok sayıda Türk askerinin Filistin cephesinde ölümünden sorumlu Sara’nın hayat hikayesi ibretlerle dolu idi.
Hayatının baharında olmasına aldırmadan bakışlarını karşıya dikti. Kısa bir süre için durdu. ve yüzünde parlayan flaş ışıkları onun çehresini fotoğrafa yansıttı. Saçları kısa kesilmişti. Boynunu da örten beyaz gömleğinin çizgileri göbek hizasında giydiği manto ile tamamlanıyordu. Fotoğrafı çeken görevli portrenin alt kısmına FO Box 10521-Tallahassee FL-0521 yazısının üzerine rehmann P 156 yazmıştı.
Bu görüntü aslında FO olarak kodlanan İngiltere Dışişleri Bakanlığı Arşivindeki İstihbarat dosyaları içinde onunla ilgili çok gizli bilgilerin yer aldığı dosyanın içindeki kod numarası idi. Fotoğraftaki kadının ismi de SARA AARANSON olarak yazılmıştı. İngiltere’nin I. Dünya Savaşı esnasında Filistin askeri operasyonlarında çok önemli görevi yerine getiren kadın elemanı…
Bir başka ifade ile İngiltere hesabına çalışan Yahudi NİLİ casusluk örgütünün lideri idi. Düşman olarak görülen Türk askerinin kontrolündeki Arabistan topraklarının Filistin, Kudüs, Suriye bölümündeki olaylar ile ilgili bilgileri derlemekle görevli idi.
Herkesin bir hikayesi var sözlerindeki düşünceyi doğrularcasına onun hakkında bilinenlerde yakın zamana kadar bir sır olarak saklandı. Ailesi 1880’li yılların başlarında Romanya’dan göç ederek Osmanlı’ya bağlı Filistin topraklarının kuzeyindeki Akdeniz’e de yakın Zichron Yaakov’a yerleşmişti. Yerleşim esnasında Avrupa’nın en zengin Yahudi ailesi Rotschild’dan maddi yardım almışlardı.
Her ne kadar Osmanlı Padişahı Abdülhamit, Filistin ve Kudüs Sancağı yöresine Yahudi göçünü yasaklamış olmasına rağmen. Bahçeli ve taş yapı villayı andırır güzel bir evleri vardı. Kardeşi Aaron Filistin topraklarında yaşayan ünlü bir botanik uzmanı idi. Veya öyle görünüyordu. Çöl toprağında veya vadi ardalarında sulak arazilerde tarım yapılması, bitki çeşitleri üzerine araştırmalar yapıyordu.
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşına girmesi ile birlikte şartlar birdenbire değişti. Çanakkale savaşyı tam bir hesaplaşma idi, Osmanlı ile İngiltere arasında. İngiltere ve ona bağlı ANZAC güçleri Kilidbahir saldırılarında başarılı olamamışlardı. Ama şimdi hem İngiltere ve hem de müttefik konumdaki Fransa gözlerini Arabistan topraklarına çevirmişlerdi.
Osmanlı’nın zayıf karnı burada idi. Epeydir yöredeki Arap kabile reislerinin çoğu para ile satın alınmış, el altından Osmanlı’ya isyan etmeye hazır bir durumda idiler. Her ne kadar Osmanlı’nın Şam’dan Hicaz’a (Medineye) kadar uzanan demiryolu hattı bulunsa ve yüzyıllardan beri de bölgeyi yönetse de halkın reisleri ile bütünleşemediği için dış müdahale ve savaş ortamında işi bir hayli zordu. Osmanlı’nın yöredeki lojistik, haberleşme ve ulaşım imkanları da sınırlı idi.
Ama ne olursa olsun Türk askerleri büyük bedel ödense de Hicaz bölgesi ve Kudüs’ü korumakta idi. Cemal Paşa kumandasındaki Osmanlı IV. Ordusu, merkezi Şam’da konuşlanmış, Yemen’den Sina Yarımadası ve Filistin’e, Bağdat’a kadar geniş bir alana asker sevki yapıyordu. İngilizlerin Asya’dan Akdeniz’e ulaşan stratejik ulaşım merkezi Mısır ve Süveyş’e yapılacak başarılı bir saldırı ile düşmanın güç durumda kalacağı hesaplanıyordu.
Osmanlı’nın Süveyş kanal harekatı 1915 yılı Ocak ayı içinde başlamış, kanal üzerine seyyar köprü kurma ve karşıya geçme çalışması hezimetle sonuçlanmıştı. 24 Temmuz 1916 yılına gelindiğinde Osmanlı ordusu Sina yarımladasını boşaltarak Filistin’in güney ucundaki el-Ariş’e çekilmişti.
Çadır kumplar kurulmuş, Şam ve Halep’ten devamlı yardım alınıyordu. Osmanlı ordusu içinde Avusturyalı askerler de vardı. Önemli kumandanlık görevlerinde Almanlar da bulunuyordu. 1917 yılı içinde Osmanlı ordusu Gazze –Birüssebi hattını tutmaya karar verdi. İngilizlerin iki kez Gazze üzerine yürümesi durduruldu. Düşmana ağır kayıplar verdirildi.
Ancak 1917 yılı Eylül ayı içinde Gazze sahillerine yaklaşan İngiliz savaş gemileri ağır silahların takviyesi ile cepheyi takviye etti. Bu arada beklenmeyen olaylar gelişti. İngiliz askerleri Osmanlı ordusunun savunma hatlarının en zayıf yerlerinden yarma harekatı yaparak ilerlemeye başladı.
Gazze düştü, arkasından da Birüssebi tehlike altına girdi. Osmanlı’nın savaş planları yaşanan hezimet ile çökmüştü. Gazze yakınlarında Yahudi yerleşim yerlerinden havalanan güvercinlerden bir tanesi havada vuruldu. Yere düştüğünde kanatlarının altında bağlı olarak şifreli yazıların bulunduğu belgeler bulundu.
Osmanlı Teşkilatı Mahsusa casusları yakalanan güvercinlerin havalandığı yerde araştırmalar yaptılar. Ve çok şaşırdılar. Osmanlı ordu karargahına sık sık ziyarete gelen ve kendisini Türk dostu olarak gösteren orta yaşlı alımlı ve güzel bir Yahudi kadın Sara’nın marifeti ile casus güvercinler havaya salıveriliyordu.
Sara’yı kıskıvrak yakalayan Türk casusları daha da şaşırdılar. Kısa süre önce Osmanlı Ordu kumandanı Cemal Paşa, ile karargahta kahve içerek derin sohbetler yapan bu kadından başkası değildi. Ekim 1917 içinde Türk casuslar Sara’yı konuşturmak için tutukladılar. Mensup olduğu örgüt arkadaşlarının isimlerini vermesi isteniyordu. Sara’nın gözü döndü. Konuşmamak için yutkundu.
Ve yapabileceği tek şey vardı: Sırlarını açıklamadan hayatı ile ödemek. Bulunduğu hücrede birkaç el silah sesi duyuldu. Yahudi asıllı Sara, inandığı dava uğruna görevini yerine getirmiş, yakalandığında da sırlarını açıklayamadan hayatına son vermişti. Sara’nın soruşturmasına katılan Türk casuslardan Cevat Rifat Bey, gördükleri ve duydukları karşısında şok oldu.
Osmanlı ordusu dıştan ve içten ihanetler içinde peş peşe yenilgiler almıştı. Ve 9 Aralık 1917 tarihinde Türk askerleri Kudüs cephesini de terk ederek daha kuzeye çekildiler. İngiliz kumandan General Allenbi, 11 Aralık günü yürüyerek Kudüs’e giriş yaptı. Türk ordusu Filistin cephesinde tarihinin en ağır yenilgilerinden birisini almıştı.
Sadece Gazze savaşları sonucunda asker kaynı 25.000 civarında idi. 10 bin asker de düşmana esir düşmüştü. General Allenbi ordusunun zafer kazanmasının sonuçları olarak 20’den fazla uçak, 20 milyon kurşun, 100 top, çok sayıda makineli tüfenk düşmanın eline geçmişti(1).
Osmanlı ordusu bozulurken birliğini terk eden askerlerin kaçmasına fırsat vermeden isyancı Arap ve karşı güçler tarafından sayısı belirsiz Türk askeri Arabistan çöllerinde, Filistin, Suriye topraklarında vahşice tuzağa düşürüldü, öldürüldü.
Gazze savaşlarının sonunda düşman taraf oldan İngiliz ordusu nasıl olmuştu da Osmanlı cephesini kolaylıkla yararak hedeflerine doğru ilerlemişti. Yıllar sonra İngiliz İstihbarat Örgütü belgelerinin bulunduğu F0 serisi dosyalar içinde Sara’nın dosyası aralandığı zaman acı gerçekler ortaya çıkıyordu.
Sara’nın emrinde çalışan çok sayıda kadın görev esnasında fahişelik de yaparak en gizli sırları elde etmişler, İngiliz general Allenbi’nin karargahına ulaştırmışlardı.
Bütün yaşananlar dikkate alındığında insan söylemeden edemiyor: Sara, Osmanlı ordu kumandanı Cemal Paşa ile karargahta sık sık görüşürken hangi ilişkilere girmişti! Ve neler elde etmişti!
Yaşananlar tarihin gündeminde bir sır olarak saklandı. Osmanlı askerlerinin yakaladığı casus güvercinlerin kanatları altında bulunan belgelerde hangi bilgilerin servisi yapılmıştı!
GEÇMİŞİ DEĞERLENDİRECEK OLURSAK...
Birinci Dünya Harbinde ve sonrasında, Araplar ile Türkler arasındaki kopukluk Batı’nın, büyük parçaları kolay yutması için küçük parçalara bölme eğilimi midir? Bunu bir iç sorun ve çözümünü de Osmanlı Devleti içinde görme imkânımız yok muydu? 3 kıtada 600 yılın üzerinde adil bir yönetimi yerleştiren bir Osmanlı Devleti gerçekten iddia edildiği gibi içindeki ayak oyunlarıyla mı parçalandı? Yoksa Şairlerin Sultanı Necip Fazıl Kısakürek,“Ulu Hakan II. Abdülhâmid Hân’ın anlaşılacağı gündür ki, Tanzimat’tan bugüne kadar gelen bütün sahte inkılâpların ve yalancı kahramanların içyüzleri görülecek ve tarihimizin ölüm virajı, kurtuluş istikametiyle beraber aydınlığa kavuşacaktır.”sözüyle bunu mu ifade ediyordu?
Daha henüz I.Dünya Savaşı çıkmadan önce Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl paylaşılacağı konusunda büyük devletler; İngiltere, Fransa, Rusya gibi büyük devletler, evvela Osmanlı’yı nasıl parçalayacağız, sonra nasıl paylaşacağız? konusunda bir takım kararlara varmışlardı. Tarihte bu kararların bu anlaşmaların isimleri vardır.
Tam bu yıllarda bir devlet kurma temayülü ve çalışmaları içinde Yahudiler yani Siyonist teşkilatta, Filistin’de veya dünyanın herhangi bir yerinde arzuladıkları bir bölgede bir devlet kurma çalışmalarına başlamışlardır. İlk çalışmalar 1895 yıllarında BASEL de yapılmış olan Siyonizm Kongresinde alınmış bazı Siyonist kararlar vardır.
Bu kararlardan 22 maddenin mutlaka konuşaulması ve anlaşılması gerekir. Türk gençliğinin bu 22 maddeyi anlaması lazım; Çünkü hem Türkiye’de hem de Türkiye dışında bu 22 madde hala yürürlüktedir.- Şimdi tabii harp başlar başlamaz iki kuruluş kuruluyor; bunlardan birisi 40 tane güzel Yahudi kızı Siyonistlerin emrinde çalışan İngiliz istihbaratına bağlı NİL teşkilatı altında bir istihbarat servisi kuruluyor. İkinci kuruluş ise SARA ARONSON adındaki kadın tarafından kuruluyor.
Ortadoğu’da yani I.dünya savaşında savaştığımız Süveyş kanalından tutun, Torosların yamacındaki dağlara kadar savaşlarda bu Yahudi teşkilat çok büyük bir rol oynamıştır. İddia ediyorum ki bu durum İmparatorluğun yıkılmasında en büyük nedendir. Çünkü orada Müslüman kardeşlerimizle de, Araplarla da bu anlaşmaların sağlanmasını bunlar sağlamışlardır. Böylece İngiliz ve Siyonist istihbaratlarının o bölgedeki Osmanlı ordularının yenik düşmesine vesile olmuşlardır. En son kalan Yıldırım kuvvetleri harekâtının başkanı olan Mustafa Kemal, orduyu Halep’e kadar getirmiş Halep’ten sonra da, bilindiği gibi Türkiye’ye gelmiştir. İmparatorluk o bölgede çökmüştür ve bu tarihte başlamış olan çalışmaların sonucunda 1948 yılında bilindiği gibi İsrail Devleti kurulmuştur.
Filistin’de çok kan aktı ve halen de akıyor. Hâlbuki ecdadımız, Sultan Selim Han’dan beri bu topraklarda 500 sene adaletle hükmetmiş ve insanların huzur içinde yaşamasına muvaffak olmuştu.
İngilizler I. Dünya Savaşı esnasında Fransızlar ile gizli anlaşmalar yapmış Osmanlı Devletini parçalara ayırmak istemişti. 1915 yılının Haziran ayında yapılan Sykes-Picot Anlaşması bunun bir delilidir. Aynı zamanda Kasım 1917’de Belford Deklârasyonu ile Filistin’de İsrail devletinin kurulması öngörülmüştü.
Bu amaçla İngilizler defalarca Filistin’e saldırdılar. 1. ve 2. Gazze Savaşlarında ağır yenilgi aldılar. Lâkin 31 Ekim 1917’de Bi’rüssebi’de Osmanlı Ordusunu yenmeyi başardılar. Bi’rüssebi’nin düşmesi ile birlikte Gazze her taraftan kuşatıldı ve teslim oldu. Bu savaşta Cephe Komutanı (Yıldırım Orduları Grubu) Alman Von Falkenhayn ve cephe komutanı Von Cress, 7. Ordu Komutanı General Fevzi (Çakmak) ve Bi’rüssebi’yi 3. Kolordu ve Komutanı Albay İsmet (İnönü) savunuyordu.
Başkomutanlık tarafından yenilgiden Von Cress sorumlu tutuldu. Fakat o da Albay İsmet’i suçluyordu. Evet, sorumluluk büyüktü zira 2. Gazze Savaşından sonraki beş aylık süre içinde tekrar saldırıya geçeceği bilinen İngilizlere karşı etkili bir savunma düzeni kurulamamıştı.
3. Gazze Savaşından sonra 9 Aralık 1917’de Kudüs düştü. General Allenby komutasındaki İngilizler şehre girdiler. Bu tarihte Kudüs, farklı dinlere mensup milletler tarafından 34. defa el değiştirmiş oluyordu.
Bu tarihten itibaren Şeria’da Temmuz 1918’e kadar savaşlar devam etti ve İngilizler Lut Gölü ile Akdeniz kıyısındaki Yafa arasındaki sınır boyunca durduruldular. 19 Eylül 1918 tarihine kadar İngilizler yığınak yaptılar. Osmanlı Ordusunda ise komuta kademesi değişmişti. Yıldırım Ordular Komutanlığına Mareşal Liman Von Sanders atandı. Emrindeki 8. 7. ve 4. Orduların komutanlığına da sırasıyla General Cevat (Çobanlı), General Mustafa Kemal ve General Cemal (Mersinli) atandı. Mustafa Kemal’in 7. Ordu Komutanlığına ikinci kez ataması yapılıyordu. Hasta olan General Fevzi’nin yerine 7 Ağustos 1918’de tekrar 7. Ordu’ya Komutan yapılmıştı. Emrinde Albay İsmet’in komuta ettiği 3. Kolordu (1. ve 11. Tümenler), General Ali Fuat (Cebesoy)’un 20. Kolordusu (26. ve 53. Tümenler) bulunmaktaydı.
İngiliz Generali Allenby’nin savaş raporuna göre 19 Eylül 1918’de başlayan İngiliz saldırısı çok hızlı gelişmiş 25 Eylül’de Şam’a girilmişti. General Liman Von Sanders ve Ordu Komutanları çok acele ile cepheyi terk etmişler başsız kalan üç ordu, sadece 57 bini esir olmak üzere ağır kayıplar vermişti. Komutanlar Adana’ya gelmişler bozgunun faturasını birbiri üzerine atıyorlardı. Karşılarındaki Allenby’nin komutasında toplam 67 bin asker mevcuduna karşı böyle büyük bir bozgun yaşanmıştı.
İngilizler saldırıya geçmeden önce bir Müslüman Hintli Çavuş, Türk kıt'alarına sığınmış, İngiliz hazırlıklarını haber vermişti. Fakat gerekli tedbirler alınmamış, sığınan askerin aldatmak için gönderildiğini zannetmişlerdi. Türk savaş tarihinde böyle bir bozgun hiç yaşanmamıştı. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesine kadar geçen bu kısa süre içinde bütün Orta Doğudan ayrılmak zorunda kaldık. Suriye, Ürdün, Filistin ve Arabistan elden çıkmıştı.
Savaşın bu derece felâketle sonuçlanmasının bir sebebi de “ulus devlet” düşüncesi yatmaktaydı. Bazı komutanlara göre Türk askerinin ‘Arap çöllerinde ne işi var’dı? Bir an önce Toroslara çekilip ulus devlet kurulması için çalışmak gerekirdi.
Bu hamur çok su götürür, lâkin Filistin’den ayrılışımızın acıklı hikâyesi çok kısa olarak bu şekildedir. Neden ve nasıl böyle bir bozgun yaşanmış? Yeterince araştırılmamış olup tarihçilerin ilgisini beklemektedir. Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Gazetesinde Armageddon yani Filistin Savaşı ile ilgili olarak ilginç tespitlerde bulunmuştur. “Dedektif X” ismi ile, İstiklal Savaşı esnasında Nafia Vekili olan ve bu savaşta Yıldırım Orduları Levazım Reisi olan Merzifonlu Miralay Ömer Lütfi Bey’e dayanarak, M. Kemal’in iki generale “Enver Paşa’nın idaresi orduyu ve vatanı her yerde felakete sürüklüyor! Bu vaziyetten kurtulmak için tek çare İngilizlerle anlaşmaktır! Başka hiçbir çıkar yol kalmamıştır” diyerek İngiliz Komutan General Allenby ile anlaştığını söylemektedir. İddia vahimdir hem de tarihin örtülmeye ve gizlenmeye çalışılan bir bölümünü açığa çıkarmaktadır. Ne olmuştur da 7. Ordu Komutanı M. Kemal sağında ve solunda bulunan 8. Ve 4. Ordu’ya haber vermeden birdenbire Bisan istikametinde geri çekilmeye başlıyor?
İngiliz Kuvvetleri 42 gün süren harekât ile 550 km. ilerleyerek Kilis’e kadar geldiler. Günde 1.25 km hızla ilerleyen İngiliz Ordusu daha bir yıl önce Kut-ül Amare’de tarihlerinin en büyük bozgununu yaşamış değil miydi?
Önlerinde bir engel olmamasına rağmen Kilis önlerinde durmaları da ilginçtir. Çünkü bu sınıra ulaşır ulaşmaz Mondros Mütarekesi imzalanmış Filistin, Ürdün, Suriye, Lübnan Arabistan ve daha nice toprak parçası kaybedilmişti. Türklerin tarihinde bundan daha büyük bozgun yaşanmamıştır. Elbette bu bozgunun ardında “ihanet” olup olmadığı araştırılması zorunludur.
Resmi tarih belgelerinde Suriye’de yaşanan bozgundan hiç bahsedilmez. Sanki böyle bir olay hiç yaşanmamıştır. Buna mukabil Yahudiler ile Müslümanlar arasında yaşandığı ifade edilen son büyük savaş “Armageddon” tarih kitaplarında sık sık yer almaktadır. El- Megiddo veya Nablus Savaşları ki sonuçta çok büyük bir toprak parçası kaybedilmiştir incelenmeli başarısızlığa sebep olan komutanlar tarih önünde yargılanmalıdır. Aksi takdirde şanlı bir millet ve milyonlarla gazi ve şehit, hiç de layık olmadıkları bir yenilgiyi sahiplenmek durumunda kalmaktadır.
“Cemal Paşa 4.Kolordu kumandanlığına getirilerek Toroslardan Yemen çöllerine kadar uzanan Osmanlı Coğrafyasında “Askeri umumi Vali” unvanı ile bölgenin adeta hükümdarı olmuştur.” Bu görevlendirilmenin altında yatan sebepler nelerdir?
Cemal Paşa hem savaşın aleyhindeydi, hem de savaş olması durumunda Osmanlı Devleti’nin Almanlardan ziyade Fransızların ve İngiltere’nin safında yer tutmasını isteyen bir adamdı, Kuruçeşme’deki Enver Paşa’nın yalısında savaşa girdik lafını duyar duymaz o da kendi kendini bir nevi tayin etti ve oraya gitti. Bütün maksadı Süveyş’e gidip bölgenin kontrolünü ele geçirmek idi. Hedefleri buydu – ve inanın bana İttihatçılar son derece dürüst insanlardı; fakat arkalarındaki Siyonist teşkilat onları yanlış yollara sürükledi ve bu yüzden savaşı kaybettiğimizi söyleyebilirim. Farkına sonradan varıldı, Talat Paşa da vatan haini değildir. Enver Paşa’da, Cemal Paşa da; ama hatalarıyla Osmanlı İmparatorluğunu çökertmişlerdir bunu inkâr etmek doğru değildir. Vatanperver olmak vatanı kurtarmak için kâfi değildir.
“Mukaddesatı, hürmeti yıkmalı, hürmetle anılan kimseler hakkında rezilâne vak’alar uydurulmalı”
1897 yılında toplanan 1.Dünya Siyonizm Kongresi, Osmanlı Devleti’nin 1.Cihan Harbinde yenilmesinde ve yıkılmasında önemli rol oynamıştır.
İstihbarat servisleri zamanında Türk ordusunun aleyhinde çalışmışlardır ve ordunun içine karargâha kadar girmişlerdir. Topladıkları istihbarat sayesinde Osmanlı’nın yenilmesine sebeb olmuşlardır.
Bu protokolde (Siyon Protokolleri) aynen şu maddeler mevcuttur:
1. Gelecek nesilleri, ahlâka aykırı, telkinlerle ifsat etmeli, bozup yozlaştırmalı.
2. Aile hayatını yıkmalı.
3. İnsanlara aşağı sınıflarla tahakküm etmeli, azınlıkları kışkırtıp üste çıkarmalı.
4. Sanatı zayıflatarak, edebiyatı müstehcen ve şehevî hale sokmalı.
5. Mukaddesatı, hürmeti yıkmalı, hürmetle anılan kimseler hakkında rezilâne vak’alar uydurulmalı.
6. Hudutsuz bir lüks, baş döndürücü modalar icat etmeli, çılgınca sarfiyatı teşvik etmeli, herkesi borçlandırmalı.
7. Kalabalıkların vakitlerini, eğlencelerle, oyunlarla oyalamalı, herkes düşünmekten alıkonulmalı.
8. Müfrit (aşırı) nazariyelerle, halkın fikirleri zehirlenmeli, gürültü ve kargaşalıklar çıkarılmalı.
9. Umumi hoşnutsuzluklar meydana getirilmeli, içtimai (sosyal) sınıflar arasına kin ve itimatsızlık sokulmalı.
10. Aristokratlara müthiş vergiler koyarak, onlar bunaltılmalı.
11. Mal sahipleri ile işçilerin arasını bozmalı, grevler sabotajlar tertip ettirilmeli, düşmanlıklar yaygınlaştırılmalı.
12. Yüksek tabakanın manevî kuvvetini, her çareye başvurarak kırmalı.
13. Sanayinin, ziraatı ezmesine imkân verilmeli, böylece köylü sınıfı ortadan kaldırılmalı.
14. Saçma nazariyeleri ortaya atarak, halkı gayr-i kabili tatbik (yani uygulanması imkânsız) yollara sevk etmeli, boş hayallerle oyalamalı.
15. Hayat pahalılığını sürekli azdırmalı ve lüks tüketim yaygınlaştırılmalı.
16. Beynelmilel (uluslararası) meseleler ihdas ederek, milletler arasına kin ve nefret tohumları serpmeli, savaşlar çıkartılmalı.
17- Milletlerin mukaddesatını, tahsil ve terbiyeden mahrum kimselerin ellerine teslim ettirmeli, hainler iktidara taşınmalı.
18. Bütün hükümet şekillerini değiştirmeli, devlet sırlarını ifşa edip açığa çıkarmalı.
19. Meşru hükümet tarzlarından, gizli bir istibdada gitmeli, buna demokrasi kılıfı takılmalı
20. Siyasî, iktisadî buhranlar oluşturulmalı.
21. Millî istikrarı bozmalı, spekülasyonlara, enflasyonlara yol açmalı, altını mahdud ellerde toplamalı, muazzam sermayeleri felce uğratmalı.
22. Hükümetlerin ölümlerini hazırlamalı, insanlığı elem, ızdırab ve yoksulluk içine atmalı.
EN BÜYÜK GÜÇ GÖRÜNMEYEN GÜÇTÜR. SİYONİST GÜCÜ GÖRÜNMEYEN BİR GÜÇTÜR.
Bunların planları; NİL’den başlar Fırat’ta biter denilir. Yani bizim Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgeleri üzerinde birtakım emelleri söz konusudur. Bundan dolayı dış politikamızda bilgili, sabırlı ve tecrübeli olmamız gerekmektedir.
İHANETLER CEZASIZ KALMAZ!
Birinci Dünya Harbi’ni müteakip Müslümanlar arasına nifak ve düşmanlık sokan binlerce Müslüman’ın katline yol açanların çok feci bir şekilde öldürüldüklerini tarih yazmaktadır. Olayı üç cepheden de incelersek;
Birincisi Araplardan İhanet edenler; Osmanlı İmparatorluğu paylaşılmaya başlanmıştı. Fransızlar, Suriye ile Lübnan’ı istiyordu. Böylece Faysal ilk darbeyi yiyerek, Suriye’den uzaklaştırılmış, İngilizler kendisini Irak’a tayin etmişlerdi. Şerif El Hüseyin ise bir müddet Hicaz Krallığı’nda oturmuş, fakat kısa bir müddet sonra da İngilizler, Necef’te bulunan İbni Suud’u onun üzerine göndermiş ve İbni Suud Hicaz Kralı olmuştu. Şerif El Hüseyin canını zorla kurtarmış, sürgün cezası ile Kıbrıs’a gönderilmişti. Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal Bern’de zehirlenerek öldürülmüştü. Onun yerine geçen oğlu Gazi ise Irak’ta otomobil kazası düzenlenerek suikasta kurban gitmişti. Gazi’nin oğlu yani Faysal’ın torunu İkinci Faysal’ın ise Nuri El Said Paşa ile birlikte Irak İhtilali’nde nasıl parçalandığına tüm dünya şahid olmuştur. Bu İhtilalde Faysal’ın ailesine mensup herkes, çoluk-çocuk-kadın-erkek-genç-ihtiyar ayırt etmeksizin herkes öldürülmüştü.
İkincisi; İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerine gelince; Maalesef Osmanlı’yı harbe sokan ve binlerce Mehmedçiğin mezarını hazırlayan bu teşekkülün bütün ileri gelenleri peyderpey öldürülmüştür. Cemal Paşa, Talat ve Enver Paşa ile birlikte bir gece Alman Denizaltısı ile ikin Rusya’ya, oradan da Almanya’ya kaçmışlardı. Birkaç yıl gurbet elde dolaşan bu üç paşadan Talat Paşa Berlin’de bir Ermeni kurşunu ile yere serilirken, Cemal Paşa’da 1922’de Tiflis’te bir gece yarısı bir başka Ermeni komitacının kurşunu ile can vermişti. Enver paşa ile birlikte Rusya’da ve Afganistan’da uzun süre maceralı bir hayat süren Cemal Paşa’nın ölümünü müteakip Enver Paşa’da Bolşevik kurşunu ile öldürülmüştü.
Üçüncüsü ise; Türkleri arkadan vuran Museviler…Sara’nın feci bir şekilde intihar etmiş olduğunu kitabımda yazdım. Sara’nın intiharından sonra Kudüs düşmüş ve böylece Sara’nın iki kardeşi Aaron ve Alexi Filistin’e dönmüşlerdi. Aaron Londra’ya, yapılacak olan bir konferansa Musevilerin temsilcisi olarak giderken uçak düşmüş ve parçalanarak ölmüştü. Alexi, Filistin’e gelen Musevi göçmenlerinden bir grubu uzakta demirlemiş olan bir vapurdan Hayfa sahiline motorla getiriken, motor fırtınaya yakalanarak batmış ve 65 kişi ile birlikte kendisi de ölmüştür. Sara’nın annesi de Cemal Paşa tarafından Filistin’deki Musevilerin tahliyesi sırasında kendisini trenden atarak intihar etmiştir. İngiliz casusu Lawrance ise motorsiklet kazasında feci şekilde beyni parçalanarak can vermiştir.
Bir milletin kaderi ile oynayanların, bir milletin kaderini feci duruma sokanların, bir milleti toptan öldürmek isteyenlerin acı hatıralarıdır bunlar. Bir avuç insanın ihaneti ve bir avuç idarecinin hataları ile milyonlarca insanın nasıl öldüğünü, kahraman Mehmetçiğin Arap çöllerinde nasıl şehid edildiğini ve koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl yıkıldığını okurken acı duyacaksınız.
KUDÜS HAK EDENLERİNDİR!
“Orduların Rabbi şöyle diyor: Şimdi git, Ameleki vur, ve onların her şeylerini tamamen yok et, ve onları esirgeme, ve erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür.”
(Tevrat. 1. Samuel 15/2-4)
“Allahın RABBİN miras olarak sana vermekte olduğu bu kavmların şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ barıkmayacaksın.”
(Tevrat. Tesniye 20/16)
Her geçen gün İsrail'in çocuk ve kadınlara yönelik katliamları artıyor. Bunun yerleşim birimlerini bombalamanın sonucu vuku bulan "çocuk ve kadın katliamı" ötesinde bir düşünce ve anlama sahip olduğuna ilişkin kuvvetli belirtiler var.
İsrail'e göre zaten "Filistin toprakları üzerinde bir halk (insanlar)" yaşamıyor; "Tanrı'nın seçilmiş kavmine vaat ettiği topraklar" kendilerine "Filistinli Arap" ismi verilen insan-altı yaratıklar, bir tür "haşerat" yaşıyor. Şaz Partisi lideri, "Bunları böcek gibi ezmeliyiz, üzerlerine nükleer bomba atalım." demişti. Fakat dahası Filistinlilerin ebediyen "terörist" oldukları yolundaki temel inançtır. Siyonist propagandası, her ne vesile ile olursa olsun, her anıldığında "Filistinli" ile "terör ve terörizmi" yan yana getirmeyi başarmış bulunuyor. Böyle olunca Filistinli analar "anadan terörist" doğuruyorlar. Başka bir ifadeyle bugünün bebeği/çocuğu 10-15 sene sonrasının "teröristi"dir. Bu durumda yarın İsrail'in karşısına elinde taş veya sapanla çıkacağına Filistinli bebeği bugün öldürmekten daha doğal ne olabilir!
Peki Yahudilerin Müslümanlarla derdi nedir?
Efendimiz Hz. Muhammed Kureyş’tendi ve Arap yarımadasında yaşadı. Bugün Say (Safa ile Merve arasında hızlı yürüme) yapılan ritüel, Hz. İbrahim’in eşi Hacer ve oğlu Hz. İsmail zamanına dayanmaktadır. Yani Hz. İbrahim eşi Hacer’i Kabe’nin yakınlarına bırakmış ve Hacer de oğlu Hz. İsmail ile orada hayatlarının bir bölümünü devam ettirmişlerdir.
Peygamberler silsilesini devam ettirdiğimizde Hz. Musa ve sonrasında Hz. Davut gelmektedir.
Hz. Davut’un Calut ile savaşı ayetlerde de geçmektedir. ‚Böylece onları, Allah’ın izniyle yenilgiye uğrattılar. Davud Calut’u öldürdü. Allah da ona mülk ve hikmet verdi; ona dilediğinden öğretti.’ (Bakara, 251)
Calut ya da diğer adıyla Golyat, kafir bir topluluktandır. Ama aynı zaman aralığında Filistin’de yaşayan insanlar vardır ve bu insanlara antik Filistinliler adı verilir. Köken olarak Girit taraflarından olan bu topluluk o yöreye adlarını vermişlerdir. Yani Filistin’de savaş tarih kadar eski.
Filistin ise, Kudüs Hz. Ömer zamanında fethedildi. Peki ondan önce orada kimler vardı?
Peygamberler tarihinden bildiğimiz üzere orada yaşayanlar İsrailoğulları, yani Yahudiler. Müslümanların fethinden önce Kudüs birçok devlet tarafından hakimiyet altına alındı.
M.Ö. 15. Yy’a kadar geri gittiğimizde Kudüs’ün Mısırlı Firavunlar tarafından ele geçirildiği bilgisine ulaşırız. Onlardan sonra Büyük İskender, daha sonra Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içinde kaldı Kudüs. 636’da Müslümanlar (Hz. Ömer dönemi) Kudüs’ü fethettiğinde şehir bir hristiyan yani haçlı şehri idi.
Kudüs’de en eski yerleşenler, yani Yahudiler bu haçlı döneminde nerede idiler?
Yahudiler işte bu dönemde Hristiyanlar tarafından sürekli eziyet içinde sürgünden sürgüne gönderilmişlerdi.
Hz. Ömer Dönemi’nden sonra Kudüs tekrar 1187 de Selahaddin Eyyubi tarafından haçlıların elinden alındı. .
Daha sonra da 1516 yılında Osmanlı Dönemi başlar ve bu dönem 400 yıl devam eder.
1917 yılında Kudüs İngilizlerin hakimiyetine geçer. 1948 yılında da İsrail devleti kurulur. Arada geçen zamanda Yahudiler o bölgeye gökten indirilmediler. Öncelikli olarak Yahudiler araziler satın alarak oraya yerleştiler. Bu satışlar genellikle Filistinli Arapların gönül rızasıyla gerçekleşmiştir. Arapların Osmanlıya karşı kışkırtılmaları gerçeğini de unutmayalım.
Ve o gün bu gündür sorun/kavga devam ediyor.
Kudüs ile ilgili hakimiyet sorununa salt yerleşen milletler noktasından baktığımızda durum bir hayli karışık. Çünkü ilk yerleşenler Yahudiler, sonrasında gelen Hristiyanlar ve sonrasında gelen Müslümanlar.Şimdi ise Hristiyanların desteğinde yine Yahudiler. Siyonist Yahudiler.
Yerleşik halk yani bugünkü Filistinli Araplar ne zamandır orada yaşayan halk, bu da tam net değil. Belki Hz. Ömer zamanından, belki daha önceden..
Dikkat edilmesi gereken bir nokta da şu:1948 yılında kurulan İsrail için, orayı ele geçirdi mantığıyla bakarsak, tarihte güçlü olan her devlet orayı ele geçirmek için çaba sarfetmiştir. Hz. Ömer’in orayı fethetmesi de aslında güçle yani savaşla gerçekleşmiştir. Yani Kudüs hep hakedenlerin olmuştur, güçlünün olmuştur.
Müslümanlarla Yahudilerin arasındaki kanlı bıçaklı olma durumuna dini yönden ve ayetler açısından bakacak olursak:
De ki: “Ey Yahudi olanlar, eğer siz, (bütün) insanlardan ayrı olarak yalnızca sizlerin gerçekten Allah’ın velileri (dost ve sevgili kulları) olduğunuzu öne sürüyorsanız, şu halde ölümü temenni edin; eğer doğru sözlü iseniz (bunu çekinmeden yapın).” (Cuma, 6)
Bu ayete bakarak, Yahudilerin dinlerini bozduklarını dile getirebiliriz. Sadece kendilerinin Allah’ın sevgili kulları olduklarını vurguladıklarını okuruz.
Peki ya bugünkü müslümanların durumu?
Bugünün müslümanları da, gerçekten müslüman mı değil mi diye bakılmadan, (ve hatta cennetin anahtarı onlarda imiş gibi) sadece kendilerini Mutlak Yaratıcı Rab’in sevgili kulları gibi görmüyorlar mı?
"Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez." (Maide, 51)
Bu ayet sürekli söylenir de... "Onları dost edinmeyin." Burada geçen ibare ‘veli’dir. Yani velayet, yani kendi adına temsilci atamak. Yani güvenle kendi adına karar verme yetkisini verme.
Peki bugünün biz müslümanları ne kadar güven telkin etmekteyiz?
"Ey iman edenler, gerçek şu ki, (Yahudi) bilginlerinden ve (Hıristiyan) rahiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar… Onlara acı bir azabı müjdele." (Tevbe, 34)
Yahudi bilginlerinin hali anlatılmakta. Bugün müslüman bilginler, İslami grupların başında olanlar peki ne durumdalar?
Bugünkü İslami gruplara, tarikatlara ve liderlerine bir göz atalım, bakalım kaç tanesi bu ayete uyuyor?
Diğer önemli bir din-bilimsel tespit de şöyle:
Kuran, daha önceki dinleri ve dinlere inananların hallerini örneklerle göstermiş ve böyle olmayın demiş.
Acaba bugünkü müslümanlar, kendilerine gönderilen dinin (İslam’ın) ne kadarını bozmadan yaşamaktalar? Ayetleri bozamıyorlar ancak manalarını ne kadar algılıyorlar ve hayatın içinde doğru şekliyle ne kadar yaşıyorlar? Müslüman olup birçok kötülük yapan insan sayısı kaçtır?
Güven, fesat çıkarma, sözüne güvenme gibi konularda Yahudileri suçlayan müslümanlar, acaba kendileri ne durumdalar?