Yıllarca Afganistan'da mücahitllerin saflarında Mücadele veren,Eski bir akıncı olan aslen Beytüşşebaplı Yakup ASLAN'ın kalemine aldığı Fatih Akıncıları'nın aslında Metin Yüksel kadar önemli olan Ağabeyleri Dr.Remzi PEKDEMİR'i yazdı. Doktor Remzi Pekdemir Erdemli Duruşun Simgesi Van’da onaylanan cezamdan dolayı İstanbul'a gelmiş ve Fatih’teki ilk günlerimde Muş Norşin alimlerinden Mela Sadreddin hocanın evine Kadınlar pazarında küçük bir dükkanı olan Hasan amcam ile birlikte gitmiştik… O gecenin sohbeti doyumsuzdu. İkisi konuşuyor ben de dinliyordum. Amcamın Türkçesi çok bozuktu ve dolayısıyla soru sorduğu zaman Kürtçe soruyor, hoca da Türkçe cevaplıyordu. Bir ara çok kısa bir süreliğine Metin oturduğumuz odaya girdi… Görür görmez yüreği bir dünya büyüklüğünde olduğunu bakışlarından çözmeye çalıştığım genç delikanlıyla her fırsatta birlikte olmaya çalıştım. Küçük Mustafapaşa sokaklarında gece yazı yazarken veya afiş asarken, mitinglerde, sokaklarda eylemde veya Fatih caminin bahçesinde sabahlarken. Bu beni mutlu ediyordu. Yüreği mangal gibi birkaç arkadaşı vardı. Tepebaşı Gazinosundaki gecelerden dönüşte Unkapanı Köprüsünde slogan atarken adeta kanat takmış gibiydim. Bir gazetede çalışıyordum. Mesai bitince hiçbir yere uğramadan mekana geliyordum. İki üç kahvehanemiz vardı.. Gıpta ile yanında durmaya çalıştığın Metin, şu anda ülkeyi vesayeti altında tutan faşist ırkçılar tarafından Fatih Caminin önünde bir Cuma günü vurulduğunda ben de tutuklanmış 163. Maddeden Van ceza evinde yatıyordum. Olayı siyah beyaz televizyonun haberlerinden öğrendim.
Bu süreç içerisinde birçok değerli insan tanıdım. Daha doğrusu o küçük grubun neredeyse tamamı mert, sözünün eri, yiğit insanlardı. Biz daha çok eylem zemininde kayboluyorduk ve çoğu zaman köklü okumalar yapmamıza imkan da zaman da yoktu. Tartışma veya derin birikim sahibi insanlara tebliğ etme çabalarında çoğu zaman sıkışır ve Edip Yüksel ile Malatya/Pötürgeli Doktor Remzi Pekdemir’den yardım alırdık. Kalın ve derin bir birikimi barındıran Muhammed Bakır Sadr’ın Ekonomi Doktorini kitabı okuyup bitirmeye vaktimiz yoktu. Her ikisi de özellikle Marksizm felsefesine cevap mahiyetinde savunmaları da içeren o kalın kitapları okumuşlar ve konuştukları insanları ikna etme kabiliyetine de sahiptiler.
Ceza evi serüveninden sonra yeniden İstanbul’daydım. Süleymaniye’de üfürsen yıkılacak eski iki katlı bir bina vardı. Üst katı onarabildiğimiz kadar onarıp kalmaya başladık. Elazığlı plastik işi yapan bir arkadaşın eski ahşap eviydi. Kira da ödemiyorduk. Yakacağımız bitince de alt katta ne kadar tahta bulduksa kırıp yaktığımız bir özelliği de vardı. Van’dan ve Elazığ’dan birkaç arkadaşla birlikte kalıyorduk… Ev sıcak ve her gece de düzenli sıcak yemeğimiz olduğundan misafirimiz de eksilmezdi… Bir gece bir arkadaş gelmişti doktor diyorlardı. Sonunda, kalın paltosunu duvara astığımız bir doktorumuz da olmuştu. Bir iki gece misafir gibi kalıyordu… Sonra askeri darbeye kadar hep birlikte olacağımız bir süreç başladı. Remzi abi bizim için derin bir bilgi kaynağıydı. Okumamıza da gerek yoktu. Sadece onu dinlememiz bile yetiyordu. Doğrusu çok da okunacak kitaba da sahip değildik. O zamana kadar yayınlanan kitapları çoğunlukla okumuştuk..
Remizi Abi çok zengin bir teyzesi olmasına ve teyzesinin ısrarlı yardım etme baskısına rağmen bizim sefaletimize talim etmişti. Onurlu duruşu, tavizsiz yaşamı ve kanaatkar gönlü hepimizin yaşam tarzı simgesi haline gelmişti. Astım hastasıydı.. Dolayısıyla çoğu kez sokağa indiğimizde bizimle gelmek istemesine rağmen bırakmazdık. Kalın paltosunun cebinden şurubu hiç eksik olmazdı.. Çoğu zaman yedek şurup da taşırdı. O zaman sokaklar tekin değildi.. Kurşunlar patlıyor.. Patlayan bombalar kimlik sormuyordu. Dahası tüfekleri süngülü askerler sokaklarda dolaşıyor, sıkıyönetimin eksiksiz uygulanması için nefes bile aldırmıyorlardı. Yetmezmiş gibi bir de sıkıyönetim komutanlığının arananlar listesine kaydedilmişti ismi.. Hepimizin en büyük arzusu onu mutlu görmek ve az da olsa tebessüm etmesini sağlamaktı. Çoğu zaman bir sol görüşlü veya sağ görüşlü gençle tartışırken onun tebessüm ettiğine şahit oluyorduk… Tebessümünü bizden esirgeyip, onlara harcamasına içerlerdik.
Fatih camisinden çıktığı esnada avluda farklı düşünceden olduklarına inandığı iki gencin dolaştığını bize haber vermek için, nefes nefese Malta’da oturduğumuz küçük çayhaneye geldiği zaman onun için artık bunun son saniyeler olduğuna inanmış, donup kalmıştık. Nefes nefese konuşamayınca bizi arkasından sürükleyerek götürmüş yolda birkaç kelime ile durumu izah etmişti. “Siz yatıyorsunuz, Fatih’i işgal etmişler..” diyebilmişti.
Kaldığımız ahşap ev dayanılmaz soğuktu… Kısa bir süre sonra yine kira ödemediğimiz, elektrik ve suyu bedava kullandığımız Malta’da yine iki katlı ve alt katı metruk ama öncekine nazaran sıcak bir evimiz daha olmuştu. Süleymaniye’deki evi yedekte tuttuk. Malta’da kalmaya başladık. Haftada bir gün kurulan pazardan geriye kalan sebze kasalarını toplayıp kırıyor ve onunla ısınmaya çalışıyorduk. Remzi abi de rahat etmişti. Sobamız yanıyor. Çoğu zaman saunaya dönüşen oturma odamızda demli çaylarımızı yudumluyorduk. Mekan sıcak olunca onun okuduğu ve tavsiye ettiği kitapları okumayı alışkanlık haline getirmeye çalıştık. Çoğunlukla yemekleri ben yapardım. Onun pantolon ve gömleğini ancak uyuduğu bir zamanda gizlice alıp yıkardım. Yıkayacak nefesi yoktu. Ama bütün ısrarlarımıza rağmen bize de vermezdi.. Ancak gizlice alıp, sobanın önünde kurutur ve ütülerdik. Elbette kocaman bir fırçayı yemeği göze alarak. Onurluydu. Kimsenin yardımını kabul etmediği gibi, acizliğini de kabul etmezdi. Birkaç kez gece uyurken geç saatlerde bizi uyandırır ve şurubunun bittiğini söylerdi. Şurubu olmadan uyuması imkansız gibiydi. Şurup alacağımız nöbetçi bir eczane buluncaya kadar, güvenlik güçleriyle köşe kapmaca oynardık. Kimi sokaklardan kurşun gibi geçerdik. O genç halimizle şurup almaya gittiğimizi polis veya askere anlatabilmemiz zordu.
1980’in yaz ayında çalışmak üzere Şemdinli Şepetan Tepesi’nde bir şantiyeye gitmiştim.. İnkılabın ilk aylarında İran’a gidip birkaç ay kalmıştım. Halkın heyecanı ve yüksek motivasyonu bizim ruhumuzda derin bir iz bırakmıştı. Yerimizde duramıyorduk. Sabırsızdık. Dağın başındaki şantiyemizde o ruhla yaşıyorduk. Sürekli bir şekilde Tebriz radyosunu dinliyordum. Bir sabah “Türk erteşi jeneral Kenen Evren rehberliğinde bugün kudeta eylemiştir!” dendiğinde, arkadaşlar: “Aha Vallahi bu dağın başında hapsolduk, hiçbir yere hareket edemeyiz!” demiştim.
Birkaç gün sonra yolun açık olduğu haberiyle şantiyenin çalışmasını durdurmuş ve Van’a dönmüştük. Eve gireli daha beş dakika olmamıştı güvenlik güçleri mahalleyi sarmışlar ve eve baskın yapmıştılar.. Hayırlısıyla tutuklanmıştım. Bir iki kitap yakalayıp, benimle birlikte götürüyorken akrabalar buna itiraz ettiler ve mahallede büyük bir kalabalık oluşunca, gitmek istemiyor olmama rağmen akrabalar “askeri darbe olmuş kesin seni öldürürler” endişesiyle beni olay yerinden kaçırarak, uzaklaştırmışlardı.
Bir şekilde kendimi yeniden İstanbul’da buldum. Her iki evimiz ve hatta Beyoğlu’nda pavyonun duvarına yapışık ve müzik gürültüsünden çok da gitmek istemediğimiz ev de basılmış karakol haline getirilmişti. Ortada kalmıştık. Van’daki yakalanma esnasında kimliğim de alınmıştı otele de gidemezdim..Remzi abiyi buldum. Ortalıkta ondan başka kimseler de görünür değildi.. “Abi ne yapacağız!” dediğimde, “sen hiç moralini bozma. Bunca tanıdığımız var!” demişti. “Abi, annenin çocuğundan kaçtığı bir dönemde yaşıyoruz ne yapabiliriz ki!” dediğimde yüzüme acı bir tebessümle bakmıştı. O gece çok da istenmediğimiz genç bir arkadaşın evine gitmiştik. Kapıyı çaldığımızda “ne var, neden geldiniz!” türünden bir edayla bizi içeri almak istememişti. Doktor, hiç aldırış etmeden “hele kenara çekil” deyip içeriye girmişti. Mecburen ben de takip ettim. İlginç bir şey oldu, genç hemen hanımını ve çocuklarını evden gönderdi. Sabah namazından hemen sonra kendisi de işinin olduğunu ve çıkarken kapıyı çekmemizi söyleyerek giderken, Doktor Remzi “Sen bizi kovuyor musun? Biz daha birkaç gün buradayız!” diyerek tepki göstermişti… O gece sabaha kadar uyumamış olduğu kesindi.. Endişe ve panik içerisined bizi evinde yalnız bırakarak gitti…
İstenmediğimiz misafirliklere gidince çok sıkıldığımı görünce, güzel bir fırçalamış ve “peki bizim kardeşliğimiz hangi gün içindir. Otele gidemiyoruz. Senin kimliğin yok, benim de ismim sıkıyönetim listesinde yazılı!” Hangi eve gittikse aynı muameleyi ve hatta daha kötü karşılanmaları gördük. Benim bunca onur kırılmasına dayanacak gücüm yoktu. O bunun bir hak olduğunu söyleyerek hareket ediyordu ama derinden yaralandığını hissetmiyor değildim… En sonunda “Ağabey benim gücüm kalmadı. Ben İran’a gidip medrese okuyacağım… Bizim devrim hareketimiz hezimetle sonuçlandı… Kitlesel kırılmayla birlikte, ümitlerimiz, hayallerimiz de kırıldı.. Okumaya gideceğim, yapamazsam Afganistan’a gidip savaşacağım…” dedim. “İran veya Afganistan neresi olursa olsun yerleşik hale geldiğinde muhakkak bana haber ver. Geleceğim. İran’da cephelerde yaralılara yardımcı olabilirim. Olmadı Afgan halkının yaralarını sarmada yardımcı olurum…” derken, gidişimi de onaylamıştı.
Bir ay kadar Elazığ’da oyalandıktan sonra sınırı geçip Tahran’a ulaşmıştım. Orada bulunan bir grub arkadaşla buluşmuştuk. Ne büyük hayaller kurmuştuk ama bunlardan hiçbiri Doktor Remzi’yi bir an önce yanımıza getirmek düşüncemizden daha büyük değildi. Yer bulup yerleşik hale gelinceye kadar biraz zaman geçmişti. O günlerde birkaç gün sonra Türkiye’den gelen gazetenin birinde küçük bir haber vardı, yüreğimize hançer gibi saplanan… Doktor Remzi Pekdemir, 16 Aralık 1980'de Allah’ın rahmetine kavuşmuştu. Kanadımız kırılmış gibiydi. Bütün ümitlerimizi tuz buz eden askeri darbenin ardından bir de o güzel insanı kaybetmiştik. Darbe üstüne darbe yiyorduk…
Aradan geçen bunca zamana rağmen, onun hassasiyeti, onurlu duruşu, mütevazi yaşamı ve inandığı değerleri hiçbir şeye değiştirmeyen erdemi dün gibi canlı. Başka düşünceden insanlarla tartışırken nefes nefese bir şeyler anlatmaya çalışması, tebessümünü onların dönüşümünde kullanması ve mertliği dipdiri duruyor.
İlkeli, onurlu ve erdemli her insan gibi çoğunlukla yalnızdı. Çizgisi, ayakları gibi sabitti. Birilerine şirinlik yapmak, yaranmak için ilkelerinden asla taviz vermezdi. Yalakalık, dalkavukluk yapanlardan hoşlanmazdı. İçten pazarlıklı olmadığı gibi yapmacık da değildi. Mutlak doğrularında esneklik, gevşeklik göstermezdi. İnsanlara, makamlara ve şartlara göre değişen omurgasızlığı, lümpenliği, laubaliliği onaylamazdı. Duruşunda, sözünde, mücadele içerisinde geliştirdiği retoriğinde netti. Diline yanşayan içindeki erdemiydi. Dili neyse içi de oydu. Dostlarıyla dost, düşmanlarıyla düşmandı. Çıkar ilişkilerine girmez, karşısında kim olursa olsun sözünü esirgemeden söylerdi. Nemalanma endişesiyle, değerlerini pazarlayan, satan, ihanet eden ve renkten renge girenlerden, bukalemun kişiliklerden nefret ederdi. Vefalıydı. Dostunu satmazdı. Zor günlerin dostuydu. Değerler manzumesi içerisinde insanlığın kurtuluşu, özgürleşmesi, adaletin hakim kılınması için bir İslam devrimini kaçınılmaz görüyordu.
Ruhun şad olsun devrimci Remzi abi…
Bu süreç içerisinde birçok değerli insan tanıdım. Daha doğrusu o küçük grubun neredeyse tamamı mert, sözünün eri, yiğit insanlardı. Biz daha çok eylem zemininde kayboluyorduk ve çoğu zaman köklü okumalar yapmamıza imkan da zaman da yoktu. Tartışma veya derin birikim sahibi insanlara tebliğ etme çabalarında çoğu zaman sıkışır ve Edip Yüksel ile Malatya/Pötürgeli Doktor Remzi Pekdemir’den yardım alırdık. Kalın ve derin bir birikimi barındıran Muhammed Bakır Sadr’ın Ekonomi Doktorini kitabı okuyup bitirmeye vaktimiz yoktu. Her ikisi de özellikle Marksizm felsefesine cevap mahiyetinde savunmaları da içeren o kalın kitapları okumuşlar ve konuştukları insanları ikna etme kabiliyetine de sahiptiler.
Ceza evi serüveninden sonra yeniden İstanbul’daydım. Süleymaniye’de üfürsen yıkılacak eski iki katlı bir bina vardı. Üst katı onarabildiğimiz kadar onarıp kalmaya başladık. Elazığlı plastik işi yapan bir arkadaşın eski ahşap eviydi. Kira da ödemiyorduk. Yakacağımız bitince de alt katta ne kadar tahta bulduksa kırıp yaktığımız bir özelliği de vardı. Van’dan ve Elazığ’dan birkaç arkadaşla birlikte kalıyorduk… Ev sıcak ve her gece de düzenli sıcak yemeğimiz olduğundan misafirimiz de eksilmezdi… Bir gece bir arkadaş gelmişti doktor diyorlardı. Sonunda, kalın paltosunu duvara astığımız bir doktorumuz da olmuştu. Bir iki gece misafir gibi kalıyordu… Sonra askeri darbeye kadar hep birlikte olacağımız bir süreç başladı. Remzi abi bizim için derin bir bilgi kaynağıydı. Okumamıza da gerek yoktu. Sadece onu dinlememiz bile yetiyordu. Doğrusu çok da okunacak kitaba da sahip değildik. O zamana kadar yayınlanan kitapları çoğunlukla okumuştuk..
Remizi Abi çok zengin bir teyzesi olmasına ve teyzesinin ısrarlı yardım etme baskısına rağmen bizim sefaletimize talim etmişti. Onurlu duruşu, tavizsiz yaşamı ve kanaatkar gönlü hepimizin yaşam tarzı simgesi haline gelmişti. Astım hastasıydı.. Dolayısıyla çoğu kez sokağa indiğimizde bizimle gelmek istemesine rağmen bırakmazdık. Kalın paltosunun cebinden şurubu hiç eksik olmazdı.. Çoğu zaman yedek şurup da taşırdı. O zaman sokaklar tekin değildi.. Kurşunlar patlıyor.. Patlayan bombalar kimlik sormuyordu. Dahası tüfekleri süngülü askerler sokaklarda dolaşıyor, sıkıyönetimin eksiksiz uygulanması için nefes bile aldırmıyorlardı. Yetmezmiş gibi bir de sıkıyönetim komutanlığının arananlar listesine kaydedilmişti ismi.. Hepimizin en büyük arzusu onu mutlu görmek ve az da olsa tebessüm etmesini sağlamaktı. Çoğu zaman bir sol görüşlü veya sağ görüşlü gençle tartışırken onun tebessüm ettiğine şahit oluyorduk… Tebessümünü bizden esirgeyip, onlara harcamasına içerlerdik.
Fatih camisinden çıktığı esnada avluda farklı düşünceden olduklarına inandığı iki gencin dolaştığını bize haber vermek için, nefes nefese Malta’da oturduğumuz küçük çayhaneye geldiği zaman onun için artık bunun son saniyeler olduğuna inanmış, donup kalmıştık. Nefes nefese konuşamayınca bizi arkasından sürükleyerek götürmüş yolda birkaç kelime ile durumu izah etmişti. “Siz yatıyorsunuz, Fatih’i işgal etmişler..” diyebilmişti.
Kaldığımız ahşap ev dayanılmaz soğuktu… Kısa bir süre sonra yine kira ödemediğimiz, elektrik ve suyu bedava kullandığımız Malta’da yine iki katlı ve alt katı metruk ama öncekine nazaran sıcak bir evimiz daha olmuştu. Süleymaniye’deki evi yedekte tuttuk. Malta’da kalmaya başladık. Haftada bir gün kurulan pazardan geriye kalan sebze kasalarını toplayıp kırıyor ve onunla ısınmaya çalışıyorduk. Remzi abi de rahat etmişti. Sobamız yanıyor. Çoğu zaman saunaya dönüşen oturma odamızda demli çaylarımızı yudumluyorduk. Mekan sıcak olunca onun okuduğu ve tavsiye ettiği kitapları okumayı alışkanlık haline getirmeye çalıştık. Çoğunlukla yemekleri ben yapardım. Onun pantolon ve gömleğini ancak uyuduğu bir zamanda gizlice alıp yıkardım. Yıkayacak nefesi yoktu. Ama bütün ısrarlarımıza rağmen bize de vermezdi.. Ancak gizlice alıp, sobanın önünde kurutur ve ütülerdik. Elbette kocaman bir fırçayı yemeği göze alarak. Onurluydu. Kimsenin yardımını kabul etmediği gibi, acizliğini de kabul etmezdi. Birkaç kez gece uyurken geç saatlerde bizi uyandırır ve şurubunun bittiğini söylerdi. Şurubu olmadan uyuması imkansız gibiydi. Şurup alacağımız nöbetçi bir eczane buluncaya kadar, güvenlik güçleriyle köşe kapmaca oynardık. Kimi sokaklardan kurşun gibi geçerdik. O genç halimizle şurup almaya gittiğimizi polis veya askere anlatabilmemiz zordu.
1980’in yaz ayında çalışmak üzere Şemdinli Şepetan Tepesi’nde bir şantiyeye gitmiştim.. İnkılabın ilk aylarında İran’a gidip birkaç ay kalmıştım. Halkın heyecanı ve yüksek motivasyonu bizim ruhumuzda derin bir iz bırakmıştı. Yerimizde duramıyorduk. Sabırsızdık. Dağın başındaki şantiyemizde o ruhla yaşıyorduk. Sürekli bir şekilde Tebriz radyosunu dinliyordum. Bir sabah “Türk erteşi jeneral Kenen Evren rehberliğinde bugün kudeta eylemiştir!” dendiğinde, arkadaşlar: “Aha Vallahi bu dağın başında hapsolduk, hiçbir yere hareket edemeyiz!” demiştim.
Birkaç gün sonra yolun açık olduğu haberiyle şantiyenin çalışmasını durdurmuş ve Van’a dönmüştük. Eve gireli daha beş dakika olmamıştı güvenlik güçleri mahalleyi sarmışlar ve eve baskın yapmıştılar.. Hayırlısıyla tutuklanmıştım. Bir iki kitap yakalayıp, benimle birlikte götürüyorken akrabalar buna itiraz ettiler ve mahallede büyük bir kalabalık oluşunca, gitmek istemiyor olmama rağmen akrabalar “askeri darbe olmuş kesin seni öldürürler” endişesiyle beni olay yerinden kaçırarak, uzaklaştırmışlardı.
Bir şekilde kendimi yeniden İstanbul’da buldum. Her iki evimiz ve hatta Beyoğlu’nda pavyonun duvarına yapışık ve müzik gürültüsünden çok da gitmek istemediğimiz ev de basılmış karakol haline getirilmişti. Ortada kalmıştık. Van’daki yakalanma esnasında kimliğim de alınmıştı otele de gidemezdim..Remzi abiyi buldum. Ortalıkta ondan başka kimseler de görünür değildi.. “Abi ne yapacağız!” dediğimde, “sen hiç moralini bozma. Bunca tanıdığımız var!” demişti. “Abi, annenin çocuğundan kaçtığı bir dönemde yaşıyoruz ne yapabiliriz ki!” dediğimde yüzüme acı bir tebessümle bakmıştı. O gece çok da istenmediğimiz genç bir arkadaşın evine gitmiştik. Kapıyı çaldığımızda “ne var, neden geldiniz!” türünden bir edayla bizi içeri almak istememişti. Doktor, hiç aldırış etmeden “hele kenara çekil” deyip içeriye girmişti. Mecburen ben de takip ettim. İlginç bir şey oldu, genç hemen hanımını ve çocuklarını evden gönderdi. Sabah namazından hemen sonra kendisi de işinin olduğunu ve çıkarken kapıyı çekmemizi söyleyerek giderken, Doktor Remzi “Sen bizi kovuyor musun? Biz daha birkaç gün buradayız!” diyerek tepki göstermişti… O gece sabaha kadar uyumamış olduğu kesindi.. Endişe ve panik içerisined bizi evinde yalnız bırakarak gitti…
İstenmediğimiz misafirliklere gidince çok sıkıldığımı görünce, güzel bir fırçalamış ve “peki bizim kardeşliğimiz hangi gün içindir. Otele gidemiyoruz. Senin kimliğin yok, benim de ismim sıkıyönetim listesinde yazılı!” Hangi eve gittikse aynı muameleyi ve hatta daha kötü karşılanmaları gördük. Benim bunca onur kırılmasına dayanacak gücüm yoktu. O bunun bir hak olduğunu söyleyerek hareket ediyordu ama derinden yaralandığını hissetmiyor değildim… En sonunda “Ağabey benim gücüm kalmadı. Ben İran’a gidip medrese okuyacağım… Bizim devrim hareketimiz hezimetle sonuçlandı… Kitlesel kırılmayla birlikte, ümitlerimiz, hayallerimiz de kırıldı.. Okumaya gideceğim, yapamazsam Afganistan’a gidip savaşacağım…” dedim. “İran veya Afganistan neresi olursa olsun yerleşik hale geldiğinde muhakkak bana haber ver. Geleceğim. İran’da cephelerde yaralılara yardımcı olabilirim. Olmadı Afgan halkının yaralarını sarmada yardımcı olurum…” derken, gidişimi de onaylamıştı.
Bir ay kadar Elazığ’da oyalandıktan sonra sınırı geçip Tahran’a ulaşmıştım. Orada bulunan bir grub arkadaşla buluşmuştuk. Ne büyük hayaller kurmuştuk ama bunlardan hiçbiri Doktor Remzi’yi bir an önce yanımıza getirmek düşüncemizden daha büyük değildi. Yer bulup yerleşik hale gelinceye kadar biraz zaman geçmişti. O günlerde birkaç gün sonra Türkiye’den gelen gazetenin birinde küçük bir haber vardı, yüreğimize hançer gibi saplanan… Doktor Remzi Pekdemir, 16 Aralık 1980'de Allah’ın rahmetine kavuşmuştu. Kanadımız kırılmış gibiydi. Bütün ümitlerimizi tuz buz eden askeri darbenin ardından bir de o güzel insanı kaybetmiştik. Darbe üstüne darbe yiyorduk…
Aradan geçen bunca zamana rağmen, onun hassasiyeti, onurlu duruşu, mütevazi yaşamı ve inandığı değerleri hiçbir şeye değiştirmeyen erdemi dün gibi canlı. Başka düşünceden insanlarla tartışırken nefes nefese bir şeyler anlatmaya çalışması, tebessümünü onların dönüşümünde kullanması ve mertliği dipdiri duruyor.
İlkeli, onurlu ve erdemli her insan gibi çoğunlukla yalnızdı. Çizgisi, ayakları gibi sabitti. Birilerine şirinlik yapmak, yaranmak için ilkelerinden asla taviz vermezdi. Yalakalık, dalkavukluk yapanlardan hoşlanmazdı. İçten pazarlıklı olmadığı gibi yapmacık da değildi. Mutlak doğrularında esneklik, gevşeklik göstermezdi. İnsanlara, makamlara ve şartlara göre değişen omurgasızlığı, lümpenliği, laubaliliği onaylamazdı. Duruşunda, sözünde, mücadele içerisinde geliştirdiği retoriğinde netti. Diline yanşayan içindeki erdemiydi. Dili neyse içi de oydu. Dostlarıyla dost, düşmanlarıyla düşmandı. Çıkar ilişkilerine girmez, karşısında kim olursa olsun sözünü esirgemeden söylerdi. Nemalanma endişesiyle, değerlerini pazarlayan, satan, ihanet eden ve renkten renge girenlerden, bukalemun kişiliklerden nefret ederdi. Vefalıydı. Dostunu satmazdı. Zor günlerin dostuydu. Değerler manzumesi içerisinde insanlığın kurtuluşu, özgürleşmesi, adaletin hakim kılınması için bir İslam devrimini kaçınılmaz görüyordu.
Ruhun şad olsun devrimci Remzi abi…