Her zamankinden farklı bir hareketlilik vardı adada. Askeri jip gidip geliyor, askerler telaş içinde koşuşturuyor, küçük bir torpido açık denizde bekliyor, havada dağınık bulutlar dolaşıyordu. Cezaları müebbet hapse çevrilmiş mahkûmlar kaldıkları koğuşta neler olduğunu anlamaya çalışıyor, birbirlerine bunun sebebini soruyorlardı. Herkesin aklında o soru. Acaba bugün mü?
Küçücük bir oda. Odanın bir yanında somyasız, telli demirden siyah bir karyola. Diğer yanında dört ayaklı, çekmeceleri olmayan tahta bir masa. O masanın yanında iki sandalye. Köşede yine tahtadan ufacık bir dolap. Gecenin yorgunluğunu henüz üzerinden atamadan, eskiden olduğunun biraz dışında, sakince açıldı kapı. O güne kadar hakaret dolu tavırlarla yanına gelenler, bu sefer beceremedikleri bir nezaketle odaya girdiler. İki dilim kızarmış ekmekle peynirden oluşan kahvaltısını getirip, iştahı iyiden iyiye kesilmiş mahkûma göstermelik bir saygı ile sundular. Her gün göğsünde sigara söndürdükleri bu kişiye bu günkü özel hizmetin nedeni ne idi acaba?
Kalabalık bir doktor grubuyla odaya girenler istihzai bir gülümsemeyle baktılar mahkûma. Başlarındaki profesörün kontrolündeki bu doktor heyeti, bir zamanlar halkın %60 çoğunluğunun tercihiyle koca bir ülkeye başbakan olmuş bu kişinin sağlığına böyle ehemmiyet göstermemişlerdi. Her biri ihtisas sahasına göre sırayla muayene etmeye başladır mahkûmu. Kalbini dinleyen Doktor “Kalp Sağlam” raporunu vermişti muayeneden sonra. Atışların her birinde milyonlarca kalbin hüznünü belli ki duymamıştı. Bir başka doktor nabzını tutup tansiyon aletiyle ölçüm yapıyordu. Hangi alet ruhlarda kopan fırtınanın büyüklüğünü ölçebilirdi ki. Ağzını açtırıp, boğazını muayene eden bir diğeri aylarca orada düğümlenen kelimeleri okuyamamıştı ki “Normal” raporunu yazıvermişti. “Heyetimizce sağlam görülmüştür” raporu ile “İdam edilmesinde bir sakınca yoktur” ibaresi aynı anlama geliyordu, biraz sonra dünyevi ihtirasları uğruna öldürecekleri, milyonlarca vatandaşın sevgilisi olmuş kişi için. Masum olup olmadığına değil de sağlıklı olup olmadığına dikkat ediyorlardı her nedense. Sıhhi durumunun tamamen normal olduğu raporu verenler de biliyordu bunun normal olmadığını.
Teğmenlerin huşuneti eşliğinde, masum ve ıstıraplı, eli süngülü yirmiden fazla Mehmetçik koridorlara dolduruldu ve kapılar tutuldu. Ellerinde tomsonlarla koğuşların içine giren teğmenler pencereden dışarı bakılmamasını ve herkesin yataklarına çekilmesi tebligatını haşin bir emirle yağdırdıktan sonra mahkûm başsavcının yanına getirildi. Başsavcı O’nu konuşturmak için elinden gelen ne varsa yaptı ama nafile. Parmak uçları birbirine dayalı iki elinin boşluğunu kalp şeklinde belirten, o maverai çapta dalgın ve ezgin adam, diliyle susuyor ama halini sadece onu en iyi anlayan Rabbine arz ediyordu.
Ada kumandanının emriyle koyu renk takım elbisesini beyaz gömleğinin üstüne giydi. Kravatını taktı. Ayakkabılarını giydi ve kendisini son yolculuğa çıkaracak olan heyeti beklemeye başladı usulca. Henüz kendisine bir şey söylenmemişti ama o her şeyi çok iyi tahmin ediyordu. Bu hazırlık son yolculuğun hazırlığıydı belli ki. 16 ay gibi uzunca bir aradan sonra ilk defa kucaklaşacaktı eskiden her gün iç içe olduğu doğanın güzellikleriyle. Ama elleri kelepçeli olduğu için onu da başaramamıştı. Sonbahara yönelmiş doğanın yüzüyle yüz yüze gelmekte çok önemliydi bu durumda. Gece ile gündüzün farksız yaşandığı onca günden sonra bu günün 17 Eylül olduğunu zor da olsa tespit edebilmişti hafızasında. Aylarca fiziki ve ruhi işkenceden bitap düşmüş vücudun değil kaçmaya, yürümeye bile takati yokken, ellerine vurulmuş kelepçe, kana susamışların kinlerini ortaya koyuyordu. 16 ay kaldığı Yassıada’dan ayrılırken kendinden önce alınan ve geride kalan arkadaşlarını düşündü. Hiç birinden haberdar edilmemişti. Acaba ne halde idiler?
Silahların gölgesinde yaşayan sözde kahraman efendilere “Sizlere dargın değilim. Sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyorum. Dirimden korktunuz ama şimdi ölümüm sizi ebediyete kadar takip edecek ve bir gün silip süpürecektir.” Mesajını göndermeyi de ihmal etmemişti.
Havada kendilerine eşlik eden martıların kanat sesleri ve bindikleri hücumbotun, suları yara yara giderken çıkardığı seslerin eşliğinde yol alırken, yine de ülkesini düşündü yolculuk boyunca. Yarım kalan yatırımlar, kalkınma hamleleri, yaklaşan seçimler, İsmet Paşa ile eski didişmeleri, Cumhurbaşkanına sunduğu ve kabul edilmeyen istifaları, zamanında alınmayan siyasi kararlar, 9 subay olayları, Mit’in niçin ihtilali haber vermeyişi gibi onlarca konu ve olay geçiverdi gözlerinin önünden bir film şeridi gibi. En son Atatürk’ün “En dikkatli olacağımız husus ordunun siyasete bulaşmamış olmasıdır.” sözü geldi aklına, elleri kelepçeli, askerlerin kontrolünde seyrederken denizde. Galiba biraz geç kalınmıştı.
2 km geriden gelen başka bir hücumbotun eşliğinde İmralı’ya gelinmişti. Zaman gün ortasını gösteriyordu. Telkin için bir hoca bulundu ama yalnız görüşmelerine “yasak” diye müsaade edilmemişti. Son sözlerini kâğıda yazmak isteyince son kez kelepçeleri çözüldü ve titreyen parmaklarından şu cümleler döküldü beyaz kâğıda. “Hayata veda etmek üzere olduğum şu anda devletime ve milletime ebedi saadetler dilerim. Bu anda karımı ve çocuklarımı şefkatle anıyorum. Kimseye kırgın değilim. Darbe ile alaşağı edilmiş ve idam için her türlü hilenin kurulduğu mahkemelerde, işlemediği suçlardan idama mahkûm olan kişinin, idam sehpasının dibinde bile ülkesinin bekasını talep etmesi manidardır.
İdam için hazırlanmış beyaz gömleği giydi. Elleri tekrar kelepçelendi. Her iki yanında gardiyanlar olduğu halde cezaevinin ortasına kurulu darağacına doğru her zamanki zarif yürüyüşü ile gayet metanetli bir eda içinde yürümeye başladı. Bir an durdu ve ufuklara doğru son bir bakışla baktı ve hafifçe göğüs geçirdi. Kelepçeli elleri son bir kez duaya kalkar gibi oldu. Aylardır yorgun olmasına rağmen yürürken kendisini sürükler gibi çekiştirmeye çalışan kişiye “Dokunmayın! Ben kendim giderim” diye karşılık verdi. Tarihe not düşmek için fotoğrafçılar deklanşöre bastı. Dilinde Kelime-i Şehadet terennümleriyle halkın sevgilisi, sevgilisine, yaratanına gidiyordu.
Yargılandığı konularda masum olduğunu yargılayanlar da en az kendisi kadar iyi biliyorlardı. Ama onu yargılatan iradenin arzusu bu yönde idi. Çünkü ondan ve onun temsil ettiği anlayıştan kurtulmak ve bir daha dirilmemek üzere tarihe gömmenin yolu bir zamanların kudretli adamının idamından geçiyordu.
Sehpaya çıkarıldı. Sandalye üzerinde ayakta bekletildi. Cellat, hazırlığına başladı ve ipi huşunetli bir eda ile boynuna geçirirken uzun zamandır ilk defa ondan bir söz duyuldu. “Dur.” Herkes sustu. Sadece O’nun dudakları kıpırdıyordu. Bir, belki iki veya üç dakika öylece okudu. Ne okuduğu belli değildi ama tam bir ulviyet ve teslimiyet içinde Allah’ına yöneldiği besbelli idi. Cellat sehpadan uzaklaştı. Savcının cellada işareti ile ayaklarının altındaki sandalye çekildi ve…
Boşlukta sallanan bir ülke…