İnsanın hayatı iki duygu arasında geçer: Korku ve umut… Korku (havf), insanın başına gelmesini istemediği bir şeye karşı duyduğu endişe; umut (recâ) da elde edilmek istenilen şeye karşı hissettiği ilgidir.
Korku, bütün canlılarda bulunan fıtrî duygulardan biridir. Kaynağı, kendini koruma içgüdüsüdür. Ayeti kerimede Yüce Mevlâ “Onlar, korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler.” (Secde/16) diye buyuruyor.
Hz. Peygamber, ölüm hâlinde olan bir gencin yanına gider ve “Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sorar. Genç “Allah’tan ümitliyim, ey Allah’ın Rasûlü! Ama günahlarımdan korkuyorum” diye cevap verince Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Böyle bir zamanda bir kulun kalbinde bu iki duygu (korku ve umut) birleşirse, mutlaka Allah ona umduğunu verir ve onu korktuğundan emin kılar.” (Tirmizî, Cenaiz, 11/983) Mümin her anında bu iki duyguyla yaşamalıdır.
Bir taraftan Cenabı Hakk’ın rahmetini ve engin mağfiretini ummak, diğer taraftan Allah’ın adaletle muamele edebileceğini düşünmek... “Eğer Mevla adaletiyle muamele ederse benim halim nice olur?” diye endişe etmek... İşte müminin temel niteliklerinden birisi korkusu, diğeri de umududur. Bu iki duygu, Yüce Allah'a teslimiyetin de ifadesidir aynı zamanda. Mümin, Allah'ın kusurları bağışlayacağını ve kendisine güzel muamele edeceğini daha kuvvetle ümit etmelidir. Buradaki korku ve umuttan maksat, dünyevi kazanç ve kayıplar değil, günahlardan ve onların akıbetinden endişe etmektir. Mümin günahlarından korkmalı ama yine de Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemelidir.
Ümit ve korku hali, mümin için vazgeçilmez iki güzel denge ahlâkıdır. Bu sayede Hak yolunda yol alır, amel yapar ve amellerini korur. İslam’da mutlak emniyet de, mutlak endişe de doğru değildir; hatta küfür sayılmaktadır. İnsanoğlunun Allah’ın rahme- tinden tamamen ümidini kesmesi küfürdür. Çünkü hiçbir günah Allah’ın merhametinden daha büyük değildir. İnsan hata yapmış olabilir ama bağışlanma ümidi hep olmalıdır. Bütün ibadetleri yerine getirdim, ben artık cennetliğim diye bir güven içinde olmak da küfürdür. Her zerrenin hesabını vereceğimizi ve Allah’ın da adaletiyle muamele edebileceğini düşünürsek halimiz ne olur? Hiçbir şartta Allah’ın rahmetinden ümidi kesmemeli ve azabından da emin olmamalıyız. Peygamber efendimiz bile “Allah’ın rahmeti olmasa beni bile kurtaracak hiç kimse yoktur” sözüne karşılık “Seni de mi?” diye soran sahabilere “Evet beni de…” diye cevap veriyor. İnsan, nasıl yaşarsa yaşasın, hiçbir şekilde ne Allah’ın rahmetinden ümidini kesmeli, ne de cezasından emin olmalıdır. İslâm dini, insanı, özellikle Allah korkusunu duymaya çağırır. Çünkü Allah korkusu, hem dünyada hem de âhirette mutluluk sağlar. İnsan dünyada cezadan kurtulmanın yolunu zaman zaman bulabilir. Ama Allah’ın murakabesinden kurtulması asla mümkün değildir.
İnsanın en köklü duygusu olan korku, insanları hidayete sevk etmenin en müessir unsurlarından biridir. Ceza korkusu da toplum düzenini sağlayan en önemli etkenlerden birisidir. Kötülük yapanın bir şeylerden korkması gerekir, yoksa yeryüzünde kötülükten geçilmez. Zulmedene zulmünün karşılığı verilmelidir. Ceza korkusu insanı haksızlık yapmaktan kurtarır. Birine haksız yere bir tokat attığında, adaletin bunun hesabını soracağı bilinmelidir. Sadece sevgiyi gündemde tutmak, insanı gevşekliğe, ölçüsüzlüğe götürebilir; dinde tavizlere, Allah’ın emirlerine ilgisiz kalmaya sevk edebilir. Ayrıca Allah korkusu, insanın hareketlerini yönlendireceği için ona âhiret hayatını da kazandırır. Çünkü bu korku insanda Allah’ın buyruğuna aykırı davranma gücü bırakmaz. Hem dünya hayatı hem de ahiret hayatı açısından Allah korkusu iki yönlüdür.
Bir insanın Allah karşısında nasıl bir düşünce yapısına sahip olması gerektiğini en güzel şekilde anlatan iki yönlü düşünce şeklini Resulüllah şöyle zikrediyor: “Eğer mümin Allah nezdindeki cezanın mahiyetini bilmiş olsaydı, Allah’ın cennetini beklemezdi. Kâfir de Allah’ın rahmetini bilseydi, cennetinden ümidini kesmezdi.” (Müs- lim, Tevbe, 4/23; Tirmizî, Daavât, 100/3542.) Bunlar bizim kötülüğe sapmamıza engel olan anlayışlardır. Allah’ın rahmetinden ümit kesilmemesi gerektiği en güzel bir şekilde şu hadis-i şerifle anlatılıyor: “Sakın hiçbiriniz, Allah’ın kendisine güzel muamele edeceği düşüncesinden başka bir şekilde ölmesin!” (Müslim, Cennet, 19/81; Ebû Davud, Cenâiz, 17/3113.) Aynı zamanda bu anlayışı da “Şüphesiz Allah’ın güzel muamele edeceği düşüncesi, güzel ibadetlerdendir.” (Ebû Davud, Edeb, 89/4993; Tirmizî, Daavât, 132.) ifadesiyle ibadet saymaktadır.
Mümin, insanların değil, Allah'ın rızasını gaye edinir. “Onlar ahiretten çekinir ve Rabbinin rahmetini umarlar.” (Zümer/9) ayeti amellerin karşılığında talep edilecek şeyi ifade ederken, asıl istenmesi gerekeni ise Hz. Peygamber Efendimiz “Kim, insanları gücendirmek pahasına da olsa Allah’ın rızasını ararsa, insanların yol açtığı dertlere karşı Allah ona yeter. Kim ki Allah’ı kızdırmak pahasına da olsa insanların rızasını ararsa, Allah da onu insanların eline bırakır.” (Tir- mizî, Zühd, 64/2414) hadisiyle açıkça dile getirmektedir.
Ölçü, sadece insanları memnun etmek değildir. Çünkü bunun âdil bir ölçüsü yoktur. Her insan kendi çıkarına ve menfaatine uygun olanı ister. Bu ise bir başkasının zarar görmesine yol açabilir. Mümin daima korku ve ümit arasında bulunmalıdır. Çünkü fazla korkudan ümitsizlik, korkusuz ümitten de gaflet doğar. Ümitle dengelenen Allah korkusu insanı bunalımlara değil, isyandan uzak durmaya, hataları telafi için taat ve ibadete, geleceğe hazırlanmaya sevk ve teşvik eder.
Mümin olanın hiçbir yerde zarar etme, kaybetme ihtimali yoktur. Yaşarken de, ölünce de kazançlıdır. Böyle bir imana sahip olmak gerekir.
Her iki cihanda kârlı olabilmek ümidiyle...