Politik Elit ve Tüccar Mantığı
Mevcut iktidarı belki de iç siyasette başarılı kılan, uzun süre iktidarda kalmasını sağlayan şeyin en basite indirgendiğinde; herşeyi pazarlık yapılabilir ve vazgeçilebilir olarak gören pragmatik tutumu olduğu konusunda gözlemler olduğu söylenebilir. Bu, sanki siyaset alanı daraldığında ona hareket alanı açarak, manevra kabiliyeti sağlayan bir esneklik, bir kıvraklık sağlıyor. Tabi bunun iyi ya da kötü bir şey olup olmadığına dair hüküm vermek ve değer yargıları açısından nereye tekabül ettiği meselesi, olaya nereden bakıldığına göre değişecektir. Aslolanın fikirler, idealler ya da ilkeler değil, icraatlar olduğunu düşünüyor; hesabı kısa vadeli getiriler, yararlar ve kârlar üzerinden yapıyorsanız, bu sizin için iyi bir şey olabilir. Hatta normatif değer yagılarından bağımsız olarak düşünüldüğünde, mevcut pragmatik siyasi tutum, oldukça takdir edilecek bir şey olarak dahi sunulabilir.
Ancak burada bir başka çelişkinin, doğrudan normatif söylemler üzerine inşa edilmiş bir politik tutumun başarısız olduğunda söz konusu normatif tavırların bir kenara itilerek bu kez pragmatizme dönüldüğünü, pragmatizmle ilkesellik arasında yaşanan başdöndürücü git-geller içerisinde, bir politik tutum belirlendiğine tanık oluyoruz. Daha somutlaştırmak gerekirse özellikle dış politikada (bu alanda somut biçimde göze çarptığı için buradan örnek veriyorum) demokrasi, özgürlükler ve insan hakları temelli bir ilkesellik üzerinden yürüyen politik elitin, bir süre sonra bu politikalar duvara tosladığında ve çıkmaz sokakta kesiştiğinde, kendisi üzerinden siyasetlerini meşrulaştırdıkları ahlaki değerlere ilişkin hiç bir atıfta bulunmamaları ve bu değerleri unutulmaya bırakmaları söz konusu. Bu ise, bir yönüyle acı bir durum. Çünkü çaresizliğin bir yansıması. Ayrıca yola çıkarken propagandası yapılan değerlerin aslında samimi bir şekilde içselleştirildiği için değil, güç tahkimi imkanı tanıdığı için sahiplenildiğini göstermesi bakımından da rahatsız edici. Ayrıca dindar kitleleri temsil ettiği iddiasında olan ve sürekli dini değerlere atıfta bulunun politik elitin, mevcut konumları ve şartlar gerektirdiğinde dini değerler üzerine inşa ettikleri tutumlarını çok rahatlıkla ayaklar altına alabildiklerini göstermesi açısından da oldukça iç kanatıcı bir şey. Bir de işin özeleştiri boyutu var. Muhazafakar kesimin işin ahlaki ve insani boyutuyla ilgili Kabataş olayında atılan iftiralara sahip çıkmaları, Gezi olaylarındaki aşağılayıcı tutumu takdir etmeleri, Soma’da hayatını kaybedenlerin ailelerine reva görülen muameleye itiraz edilmemesi gibi, bir çok konuda ciddi bir özeleştiri yapılmadı. Tamamen güce dayalı, mütehakkim, kibire bulanmış müstağni tavıra dair muhazafkar kesimlerde bir kaç cılız ses dışında ciddi özeleştiri duyulmadı. Muhazfakar kesimin bu tutumunun iktidarın söz konusu politikalarda ısrarcı olmadığı veya hatadan dönüldüğü ileri sürülebilir. Ama gerçek anlamda hatadan dönme ve pişmanlık, başka olaylarda benzer tutumları tekrar etmemek değil midir? Somut bir olayda ısrarcı olmamak, başka somut olaylarda tekrar eden ilkesiz ve çelişkili tutumu sahiplenmeyi ne ölçüde haklılaştırabilir? Düşünün ki hayatı boyunca size eziyet etmiş bir tanıdığınız, komşunuz var. Yıllarca kendisinden meşakkat, alaycı tavırlar, küçümseme dışında bir şey görmemişsiniz ve bu kişi bir gün çıkıp pişman olduğunu söyleyerek sizden helallik istiyor. Geçmişe yönelik ciddi bir özeleştiri görmediğiniz gibi, tavrında da bir değişiklik gözlemlemiyorsunuz. Bu tutumdan şüphe etmekte haklı olduğunuzu düşünmez misiniz? Bir tüccar ya da iş adamı bakış açısından bakıldığında pragmatizm, esneklik son tahlilde iyi bir şeydir. Bu mantığa sahip olanlar, söz konusu pragmatizmi “ya yanlışından vazgeçmeseydi, ne olurdu?” şeklinde bir akıl yürütmede bulunarak, bir haklılaştırma içine girerler. Belki de bir açıdan doğrudur, ya hiç dönmeseydi gibi kötümser bakış açısından bakıldığında elbette yanlışından dönmek iyi bir şeydir. Yaşanan kayıpları ya da “daha doğru bir tavır alınsaydı şu anki kazanç ne olurdu”yu göz önünde bulundurmadığınızda, elbette ki “zararın neresinden dönersen kardır” mantığını son derece yararlı ve moral verici bulabilirsiniz. Buradaki kaygıyı anlamaya çalışmakla birlikte gözden kaçırılan husus, yanlışta uzun süre ısrar eden ve uyarılara hiç aldırmayanların, ülkeyi getirdiği nokta değil midir? Bazı noktalar vardır ki onu aştığınızda geri dönüş bile yapsanız, hatanızı düzeltseniz de kurtarabilecekleriniz çok azdır. Binlerce insan hayatını kaybettikten ve bölgedeki siyasal koşullar tamamen Türkiye’nin aleyhine döndükten sonra yapılan manevralar, kaybedilenleri geri getiremez. Tek getirisi vardır o da uçurumun eşiğinden dönmenizi sağlar. Denirse ki bu da az bir şey değildir, kabul. Öte yandan bir de kırmızı çizgi ve ilkeler sorunu var. Her siyasal hareketin vazgeçebileceği bir takım siyasetler olabileceği gibi, kırmızı çizgileri ve aşılamaz bir takım ilkeleri de olur ve olmalıdır. Her şeyi pazarlık aracı olarak gören, her şeyden vazgeçilebileceğini düşünen siyasi bir hareketin, ülkeyi hangi noktalara getirebileceği meselesi bir yana; potansiyel olarak güç zehirlenmesine, hegemonya düşkünlüğüne ve her şeyin vazgeçilebilir olduğuna kapı aralayacak olması bile kendisinden ürkülmesi için kafidir. Bu tür bir pragmatizmin bir başka mahzuru, mayınlarla dolu siyasi alanı bir tecrübe sahası olarak görmesidir. Siyaset sahnesi, böylesi bir anlayış için deneme yanılma tahtasıdır. Bu, salt iş adamı ve tüccar mantığından kaynaklanmaz, aynı zamanda sahip olunan kibir, gurur ve kendisini dev aynasında gören bir takım zevatın içinde bulunduğu halet-i ruhiye de buna imkan verir. Zira tek stratejisi hayatta kalma ve konumunu muhafaza olduğu için, ilkeler ya da dünya görüşleri araçsaldır. Pragmatik biri; tek bir doğruda ısrar etmeyi, adalet mücadelesini ya da haksızlığa karşı mücadele mantığını anlayamaz. Zira esas olan ilkeler değil, iş başında kalmaktır. Yaptığı işin sonucuna bakar, sonucu kendine destek getiriyor, durduğu yeri sağlamlaştırıyor ve konumunu güçlendiriyorsa eyvallah der. Tersi olursa da anında o siyaseti terk eder. Tabi bazı durumlarda iş o kadar basit değildir, Suriye meselesinde olduğu gibi oldukça kompleks, iç içe geçmiş, birbirinden ayırt edilmesi zor olgular, muhafazakarların tercihlerini ciddi ölçüde sınırlandırarak zor bir duruma sokar. PYD ve IŞID gibi birçok olayın kaynağı olarak görülen sorunlar Türkiye’nin başını ağrıtırken, Türkiye uzun süre geleneksel Suriye politikasından vazgeçmemiştir. Zira başta Batılı küresel güçler ve bölgesel güçlerle girilen angajmanlar, öte yanda kendi tabanı ve çevresinin çark edildiğinde göstereceği tepki, söz konusu anlayışı bir ikileme sokmuş, ancak uzun süren sancılı bir dönemin ardından bu politikasında makas değiştirme imkanı bulabilmiştir. Bir de işin ilişkiler boyutu var. Bunca manevradan sonra tarafların birbirine olan güveninde hiç sarsıntı olmayacak mı? Yeniden güven tesisi tabii ki imkansız değil, ancak taraflar mutlaka birbirine eskisine göre daha mesafeli yaklaşacak ve psikolojik aralık, işbirliğinin önünde her zaman bir engel olarak duracaktır. Hele hele her defasında makas değiştiren taraf sizseniz ve birkaç kez de verdiğiniz sözde durmadıysanız, bu güvenin nasıl erozyona uğradığını, zarar gören tarafın bundan sonraki süreçte nasıl bir tutum takınacağını, en küçük bir hata ya da yanlışın ilişkileri nasıl zedeleyeceğini varın siz düşünün!