Filistin Serencamı (2)
İslami Analiz köşe yazarı Hazım Koral, Filistin Serencamı yazı dizisine devam etti.
FİLİSTİN SERENCAMI (2)
Siyonist İsrail Filistin topraklarına çöreklendikten sonra hiç ara vermeden yeni yeni yerleşim birimleri açmaya devam ediyordu. O dönem Tarım Bakanı olan Ariel Şaron aynı zamanda 1981'e kadar yerleşimlerle ilgili bakanlar komisyonunun başındaydı.(Yani işgalci başı.) Şaron bir taraftan yeni yerleşim yerleri kurarken diğer taraftan da Lübnan sınırına yakın yerleşim birimlerini saldırılardan korumak amacıyla bu ülkenin güneyine asker soktu. Şaron bu saldırısını Savunma Bakanı sıfatıyla yapıyordu. Hızını alamayan Şaron orduyu başkent Beyrut'a kadar götürdü. Bu ara FKÖ'yü de Lübnan’dan çıkarmış oldu. FKÖ’lü gruplar deniz yoluyla Tunus’a geçiş yaptılar. Şaron bu saldırıda Lübnanlı Falanjistlerle işbirliği yapıp insanlık dışı katliamlara imza atmıştı. Özellikle Filistinlilerin bulunduğu Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında insanlık dışı katliamlar yapılmıştı. Bir raporda şöyle geçmektedir: “Sabra ve Şatilla katliamı, yakın tarihin en barbarca eylemlerinden biridir. Aralarında yaşlıların, kadınların ve çocukların çoğunlukta olduğu binlerce silahsız ve savunmasız Filistinli mülteci acımasızca katledildiler. Birleşmiş Milletler, 16 Aralık 1982'de bu katliamı mahkûm etti ve bir soykırım olduğunu onayladı.” Katliamın sebebi işgalci Siyonistlerin zulmünden kaçıp Lübnan'a sığınmış olan Filistinlilerin, ülkeden kaçmalarını sağlamaktı. Korsan İsrail’in diğer bir amacı Lübnan’ı işgal etmekti. İsrail, daha önce Filistinlilere yönelik olarak gerçekleştirdiği katliamlarda yaşlı, kadın, çocuk demeden önüne çıkanı öldürmüştü. Bu canilerin Lübnan’da da işlemiş olduğu cinayetler bundan farklı değildi.
İşgalci İsrail, 15 Eylül 1982 sabahı Batı Beyrut'u tamamen işgal etti. Bu karar İsrail Başbakanı Menahem Begin ve Savunma Bakanı Ariel Şaron tarafından alınmıştı. Bu, FKÖ'nün Beyrut'u boşaltılması için yapılan ateşkes anlaşmasının açık bir ihlaliydi. Lübnan'ın ve uluslararası toplumun tüm itirazlarına rağmen, İsrail ordusu Batı Beyrut'un tümünü denetimi altına aldı. İsrail Genelkurmay Başkanı ve Falanjistlerin komutanı bir araya gelerek ayrıntıları görüştüler. Saldırı kararının İsrail kabinesi tarafından ayın 16’sında onaylanmasından sonra, katliam planın uygulamaya koyuldular. Böylece ayın 18’ine kadar sürecek olan katliam başlamış oldu. Bu görüşme esnasında Falanjistlerin lideri, büyük iş makinelerinin getirilmesini istedi. Katliamdan hemen sonra iş makinelerinin gelmesiyle birlikte derin çukurlar kazıldı ve katliamda ölen Filistinlilerin cesetleri toplu mezarlara atıldı. Yine de sokakları doldurmaya devam eden cesetleri ortadan kaldırmak için, bir dizi ev yerle bir edildi. Washington Post gazetesinden Loren Jenkins, kamplarda gördüklerini 23 Eylül 1982'de şöyle anlatıyordu:
"Yabancı gözlemciler cumartesi günü Şatilla'ya geldiklerinde, gerçek bir kâbusla karşılaştılar. Kadınlar, şişmeye başlamış cesetlerin başında ağlıyordu, bütün sokaklar mermi kovanlarıyla doluydu. İçlerinde insanlar bulunan evler buldozerlerle yıkılmış, yerle bir edilmişti. Delik deşik duvarların diplerinde kurşuna dizildikleri belli olan, şişmeye yüz tutmuş cansız bedenler gruplar halinde yığılıydı. Sokaklar ise görünüşe göre kaçmaya çalışırken vurulan insanların cesetleriyle doluydu". Yine ikisi de Amerikalı gazeteciler olan Ralph Schoenman ve Mya Shone, katliam hakkında araştırma komisyonuna verdikleri ifadede şöyle diyorlardı: "18 Eylül 1982 cumartesi, yani katliamın son günü Sabra ve Şatilla'ya geldiğimizde, her yerde ve kümeler hâlinde cesetler gördük. Balta ve bıçaklarla parça parça edilmiş kurbanların fotoğraflarını çektik. Kiminin kafaları parçalanmış, gözleri oyulmuş, boğazları kesilmiş, derileri yüzülmüştü. Bazılarının iç organları dışarı çıkartılmıştı. Katiller Filistinlilerin evlerini yağmalamaya bile vakit bulmuşlardı."
Sabra ve Şatilla katliamıyla ilgili bir başka açıklamada şu ifadelere yer veriliyor: “Katliam kurbanlarının sayısı hiçbir zaman tam olarak belirlenemedi. Uluslararası Kızılhaç Komitesi 1.500 ceset saydı, ancak 22 Eylül'de bu sayı 2.400'e yükseldi. Ertesi gün 350 ceset daha bulundu ve toplam ölü sayısı 2.750 oldu. Toplu mezarlardaki cesetlerin sayısı asla tam olarak tespit edilemedi, çünkü Lübnan yönetimi çukurların açılmasını yasakladı. Ayrıca yıkılan evlerin altında kalanların sayısı ve canlı olarak bilinmeyen yerlere götürülenlerin kaç kişi olduğu da tespit edilemedi. Kurban sayısı, kimi Filistin kaynaklarına göre 7.500'ü buluyordu.” Bu korkunç katliamdan sonra Ariel Şaron, “Beyrut kasabı” olarak anılır olmuştu.
Kan içici Siyonist İsrail’in geçmişi ve bugünü ölümle, kanla, acıyla, barbarlıkla ve katliamla dolu. Sabra ve Şatilla katliamı, İsrail'in kabarık suç dosyasındaki ilk katliam değil, sonuncusu da olmadı. 1982'den sonra da işgalci İsrail en acımasız yöntemlerle katliamlarına devam etti. Korsan İsrail baskı ve zulümlerine aralıksız bir şekilde devam ediyordu. Siyonistlerin tek bir amacı vardı o da bütün Filistin halkını o topraklardan kovmak veya katliamlarla yok etmekti. Nitekim Knesset’te bazı milletvekilleri bunu açıkça dile getiriyordu. Hatta Gazze’ye atom bombası atılması talebinde bulunanlar olmuştu. (Tunus asıllı Yahudi milletvekili.) Zulüm ve baskılar arttıkça öfkeli Filistinli gençler taşa sarılır oldular. 16 Aralık 1987 tarihinde Filistinli gençler ellerindeki sapan ve taşlarla “Birinci İntifada” hareketini başlatmış oldular. Tanklara ve zırhlı araçlara karşı sapan ve taşlarıyla karşılık vermek yürek ve cesaret isteyen bir durumdu. Bütün dünyadaki özgürlük savaşçıları elleri öpülesi bu Filistinli gençlere gıpta ile bakar olmuştu. Gazze şeridinde başlayan intifada Batı Şeria’ya da sıçramıştı. Yollara barikatlar kuruluyor ve lastikler yakılıyordu. Üzerlerine gelen tanklara ve zırhlı araçlara ise taşla, sapanla karşılık veriliyordu.
Bu asimetrik savaşta çok sayıda Filistinli genç şehid edilmişti. Ama bu gözü pek gençler ölüm kusan silahlar karşısında yılmıyor ve geri adım atmıyordu. Her ne kadar “ikinci intifada” ve “üçüncü intifada” terimleri kullanılsa da bu şanlı direniş hareketi kesintisiz bir şekilde devam etmektedir. Bugün de Filistinliler her türlü zulüm ve baskıya maruz kalarak insanlık dışı koşullar altında yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlar. Siyonist İsrail büyük askeri gücüne rağmen 1987'de başlayan intifadayı bütün baskı ve şiddet politikalarına rağmen bir türlü durduramıyordu. Bu onurlu eylemi İsrail işgali altında yaşayan Filistinlilerin tamamı destekliyordu. Ayrıca bu eylemlere Hıristiyan Arap gençleri de katılıyordu. Hatta bunlardan birisi de, yaşının ilerlemesine rağmen kendisine genç dediğimiz akademisyen Edward Said idi. İlerleyen yaşına rağmen gençlerin arasına katılmış işgalci İsrail askerlerine taş fırlatırken çekilmiş resimleri (o demler) bizim dergilerimizi süslüyordu.
Köşeye sıkışan korsan İsrail bir takım manevralarla 1991 yılında İspanya’nın başkenti Madrid’te sözde barış görüşmelerini devreye soktu. Bu manevra oyalama taktiğinden başka bir şey değildi. Suriye ve Ürdün’de gözlemci olarak bu toplantıya katılmıştı. ABD bu işin öncülüğünü yapıyordu. Hatta İsrail’i bu barış görüşmelerine zorla ikna ediyor havası veriliyordu. Neymiş efendim, ABD işgal edilmiş topraklarda Yahudilere yerleşim birimlerinin inşa edilmesi amacıyla İsrail'in alacağı 10 milyar dolarlık kredi garantisini askıya alma tehdidinde bulunuyor. Şu blöfe bakar mısınız? Asıl o krediyi önceden beri veren ABD zulüm ve işgallere ortak olmuş olmuyor mu? Kahpe Bizans’a bunu sormak gerekmez mi? Öteden beri kan içici İsrail’in hamiliğini ve finansörlüğünü yapan ABD değil mi? Her türlü silah ve teçhizat yardımında bulunan ABD değil mi? Sonuç olarak Madrid zirvesi boş çıkmıştı. 1993 yılına gelindiğinde aynı aktörler bu sefer Oslo Barış Süreci’ni devreye soktular. FKÖ bu zirveden sonuç almayı umuyordu. Ama ne yazık ki o da olmadı ve Norveç’ten eli kolu boş döndüler. Filistin tarafını temsil edenler taviz üzerine taviz veriyorlar, ancak bunun karşılığında hiçbir şey alamıyorlardı.
Bakıyorsunuz taraflar bu sefer Washington’da bir araya geliyorlar. Arafat ve Rabin “ilkeler deklarasyonu”nu imzalarken el sıkışıp tokalaşıyorlar. Dersiniz ki tamam barış hasıl oldu. Bu sahneyi dünya televizyonları canlı olarak vermişti. Ayrıca bu ilkeler deklarasyonu 4 Mayıs 1994 yılında Kahire’de de imzalandı. Bu anlaşmaya göre korsan İsrail Gazze Şeridi’nin çoğunu terk ediyordu. Ancak Yahudi yerleşimleri ve etraflarındaki arazilerde İsrail varlığı sürecekti. Batı Şeria'da ise Eriha kentini Filistinliler'e bırakıyorlardı. Bu pazarlıklar güçlükle yürütülmüştü. İşgalci İsrail bir veriyor, üç alıyordu. Her seferindeki barış görüşmeleri bu minval üzere sürdürüldüğü için kazanan hep korsan İsrail oluyordu. Osmanlı’daki “iki ileri bir geri” yürüyüş stili gibi. Arafat bağımsız bir devlet başkanı olarak değil, özerk yönetim lideri olarak Filistin topraklarına 1 Temmuz 1994 tarihinde geri dönmüştü ama bu statü bile ona hiçbir hak vermiyordu. 1948 – 1967 yılları arasında 3.5 milyon Filistinli mülteci ne yazık ki ülkelerine dönememişti. Anlaşmada belirli bölgelerden İsrail ordusunun beş yıl içerisinde geri çekilmesinin şartları vardı. Ancak korsan İsrail buna hiçbir zaman yanaşmadı. Yeni yerleşim inşaatları da durmadı. İşin en acı tarafı Filistin Özerk Yönetimi kendi toplumunun öfkesini kitlesel gözaltılarla bastırmaya çalıştı. Öte yandan işgalci Siyonist halk ise barış sürecine tepkiler yağdırıyordu. Özellikle tepki sağ kanattan ve dini gruplardan geliyordu. Zira onların inancına göre barış Siyonist emellere yönelik en büyük ihanetti. 24 Eylül'de 2. Oslo diye anılan anlaşma Mısır'ın Taba şehrinde ve Washington'da ayrı törenlerle imzalandı. Ancak Filistinliler açısından sonuç yine hüsrandı. 2. Oslo Anlaşması, Filistinlileri pek heyecanlandırmadı. Siyonist dinciler ise kendilerince ''Yahudi toprağının'' teslim edilmesine öfkeliydi. Öfke ve tahrik içeren bir kampanyaya hedef olan Başbakan Yitzak Rabin, bir aşırı dinci Yahudi tarafından 4 Kasım'da öldürüldü.
1996 yılına gelindiğinde Müslüman Filistin halkına yönelik saldırılar ve şiddet olayları artmaya başlamıştı. İşgalci İsrail’in baskı ve zulümleri karşısında Hamas işgalcilere karşı bir dizi istişhadi eylemler düzenledi. Bu ara Siyonist İsrail, Lübnan'ı üç hafta süreyle bombaladı. Öte yandan iktidara gelen Netanyahu işgal topraklarında yerleşim inşasının dondurulması kararını kaldırarak Filistin halkını öfkelendirdi. El Aksa’nın altına, arkeolojik amaçlarla bir tünel kazılması için Knesset’ten onay çıkınca, tepkiler daha da şiddetlendi. 1999 yılındaki bir başka zillet ise, Oslo anlaşmalarında öngörülen beş yıllık geçiş süresi, 4 Mayıs 1999'da sona ermesine rağmen Yaser Arafat tek yanlı Filistin devleti ilanından vazgeçirildi. Amaç İsrail'deki yeni yönetimle pazarlığa yeniden başlanmasıydı. Anlıyacağınız asla ödün vermeyen korsan İsrail’den başkası değildi. Öyle ki, Ehud Barak hükümetinin barışa ulaşacağına dair başlangıçta duyulan iyimserliğin ve verilen tavizlerin yersiz olduğu anlaşıldı. Yeni bir Wye River sözleşmesi Eylül 1999'da imzalandı. Ama işgal topraklarından çekilme işleminin devam etmesi mümkün olmadı. Çünkü Kudüs'ün durumu, mülteciler, yerleşimler ve sınırlar gibi nihaî statü pazarlıkları sonuçsuz kalmıştı. Beş yıllık barış süreci sonunda kayda değer bir şey elde edilememesi, Filistin halkında büyük bir bıkkınlık doğurdu. Sürekli ödün veren, sürekli taviz veren Filistinli yetkililerdi.
Mayıs 2000'de İsrail'in, Hizbullah’ın şanlı mukavemeti ile Lübnan'dan zillet içerisinde ve tarihinde ilk defa bir yenilgi tatarak çekilmesi Filistin halkı için de bir moral olmuştu. Bu ara ABD Başkanı Bill Clinton ile Ehud Barak FKÖ ile kademeli barış görüşmeleri yerine, bütün konularda hep birden sonuç almayı amaçlayan nihai pazarlığa girmeye zorlandı. Bu görüşmeler için ABD başkanının yazlığı Camp David seçildi. İki hafta süren görüşmelerde Kudüs'ün statüsü ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakları konusunda bir uzlaşmaya varılamadı. Görüldüğü gibi bütün barış görüşmeleri hüsranla sonuçlanıyordu. Bunun getirdiği belirsizlik içinde, 28 Eylül'de muhalefetteki Likud Partisi'nin Netanyahu'dan sonraki lideri, yılların sağcı politikacısı Ariel Şaron, Mescid-i Aksa'nın bulunduğu kompleksi ziyaret etti. Bunun çok tahrik edici bir durum olduğu ortadaydı. Filistinliler bu ziyareti protesto için gösterilere başladı. Ve gösteriler şimdi El Aksa intifadası diye anılan ayaklanmaya dönüştü. 2000 yılının sonuna gelinirken işgal altındaki Filistin toprakları giderek kanlı ve öfkeli bir hale gelen şiddet döngüsünün içine savruldu. Gasıp İsrail'in Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ndeki işgaline karşı intifada büyük bir direnç göstermeye başladı.
Öte yandan, çevresindeki koalisyon çökerken Barak 10 Aralık'ta istifa etti. Halktan krizle mücadele konusunda yeni bir yetki istediğini söylüyordu. Ama 6 Şubat'taki seçimleri Ariel Şaron kazandı. Çünkü Siyonist halk Barak’ı taviz vermekle suçlayıp şiddet yanlısı bir lider arıyordu. Bu yüzden Ariel Şaron’u seçmiş oldular. Kısacası İsrailli seçmen 90'lı yıllar boyunca süren ''barış için toprak'' formüllerine arkasını dönmüştü. Zira onlara göre gasp etmiş oldukları toprağın bir karışını bile vermek haramdı. Bu yüzden İsrail halkı "Filistin sorunu"na daha katı bir yaklaşımı savunuyorlardı. Bu nedenle şiddete teşne biri olan Şaron’u iktidara taşımış oldu. Şaron, Filistinli mücahidlere karşı suikastlar, hava saldırıları ve Filistin idaresindeki topraklara düzenlenen baskınların ağır bastığı politikasını daha da şiddetlendirirken, bu topraklarda her gün can kaybı yükseliyordu. Filistinli özgürlük savaşçısı gençler ise şiddete maruz kaldıklarından dolayı tek seçenek olarak işgalci Siyonistlerin meskûn bulunduğu yerlerde istişhadi eylemleri gerçekleştirmeye başlamış oldular. Çünkü işgalciler sadece güçten anlıyordu.
Ardarda yapılan istişhadi eylemlerden korsan İsrail’in hamisi ABD bile tedirgin olmaya başlamıştı. ABD şiddet olaylarını durdurmak için uluslararası çabalara girişti. Edindiğimiz bilgilere göre eylemlere ilişkin uluslararası soruşturmayı, Amerikalı eski Senatör George Mitchell başkanlığındaki heyet yürüttü. CIA'nın eski Direktörü George Tenet ise ateşkesin nasıl uygulanabileceğine dair yaptığı görüşmeler sonunda bir öneri hazırladı. Ama bu girişimler de boşa çıkmıştı. Zira asıl saldırganlıktan vazgeçmeyen Siyonist İsrail’den başkası değildi. İstişhadi eylemleri bahane eden İsrail önce mart sonra da haziran aylarında Batı Şeria'nın neredeyse tamamını işgal etti. 2002 yılının büyük bir bölümünde Filistin kentleri sık sık baskına uğradı, birbirleriyle bağlantısı kesildi, kuşatıldı ya da uzun süreler sokağa çıkma yasağı altında kaldı. Kısacası korsan İsrail’in sistematik bir şekilde Filistin halkına uyguladığı insanlık dışı uygulamalar aralıksız bir şekilde devam ediyordu. Nisan ayında korsan İsrail güçleri Batı Şeria'nın kuzeyindeki Cenin mülteci kampına girip bölgeyi ele geçirdi. Bu işgal sırasında her zamanki gibi barbarlık örneği sergilenerek korkunç katliamlara da imza atmış oldular. Bu ara ciddi bir mukavemetle karşılaşan işgal güçleri de bir hayli kayıplar vermişlerdi.
Birleşmiş Milletler'in bu konuda hazırladığı bir rapor, "sivilleri tehlikeyle karşı karşıya bırakan şiddet olayları" ifadesiyle her iki tarafı da suçladı ama ortada bir katliam olmadığını iddia etti. Çünkü Birleşmiş Milletler her zamanki gibi üç maymunu oynuyordu.. Uluslararası Af Örgütü ise biraz daha insaflı davranarak İsrail ordusunun Batı Şeria'da Cenin ve Nablus'a düzenlediği operasyonlarda savaş suçu işlediği hükmüne vardı. Dikkatlerin odaklandığı bir diğer merkez de Beytüllahim oldu. Beytüllahim'deki Mîlad Kilisesi'nde 5 hafta boyunca devam eden kuşatma, mayıs ayında, kiliseye sığınmış olan çok sayıda Filistinli sürgüne gönderilmesiyle sona erdi. İsrailli yetkililer 2002 yılı boyunca Gazze Şeridi ve Batı Şeria'da düzenlenen operasyonların amacının Filistinlilerin mukavemetini kırmak olduğunu kaydediyordu. Ancak işgalci İsrail’in bütün baskısına rağman intifada yıl boyu devam etti. Üst üste iki yıldır barış süreci durma noktasına gelmişti. Birleşmiş Milletler, Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve Avrupa Birliği'nden oluşan, "Dörtlü" Orta Doğu'da çözüme yönelik bir “yol haritası” ile süreci yeniden canlandırmaya çalıştı. Yol haritasının yayımlanması, içeriği üzerinde 2002 yılı boyunca devam eden pazarlıklar dolayısıyla gecikti. Belge ancak 2003 yılı nisanında Amerika öncülüğünde Irak'a düzenlenen operasyon sonrasında yayımlandı. Belgenin yayımlanmasına kadar da tüm diplomatik girişimler askıda kaldı.