Türkiye’de Dini Cemaatler Umut Vadediyor mu?
28 Şubat, dini cemaat ve yapıların miadını doldurduğunu gösteren önemli bir dönüm noktasıydı. Zira Cemaatlerin ezici çoğunluğu, 28 Şubat’ta sinmiş, devletin baskıcı refleksleri karşısında ne kadar aciz olduğunu göstermiştir. Bu yönüyle cemaatlerin ancak ve ancak devletin onay verdiği sürece varlığını devam ettiren, bu yönüyle de son derece bağımlı yapılar olduğunu görüyoruz. Bu da net bir şekilde göstermektedir ki, cemaatler ancak devletin onay verdiği dini anlayışları kitlelere aktarmaktadır.
Cemaat aslında sosyolojik bir kavram olup anlamı toplumun alt birimleri, toplumla birey arasındaki ara basamaklardan biri anlamında kullanılmaktadır. Bu batılı toplumlarda cemiyet (Gesellschaft) şeklinde tezahür ederken İslam ve Doğu toplumlarında cemaat (Gemeinschaft) şeklinde ortaya çıkmaktadır. Tönnies gibi bir çok sosyolog ise cemaati geleneksel yapıların ortaya çıkardığı gruplaşma, cemiyeti ise modern toplumun ürünü gruplaşmalar anlamında kullanmaktadır.
Türkiye’de İslami cemaatler ya da cemaatleşme olgusu üzerindeki çalışmalar oldukça sınırlıdır. Bu yüzden Türkiye’de dini cemaatler olgusunun nasıl bir fonksiyon icra ettiğini, Türkiye’de dini anlayışı nasıl şekillendirdiğini, devlet-birey ilişkisinde olumlu bir rol oynayıp oynamadığını sağlıklı bir şekilde değerlendiremiyoruz. Ancak cemaatlerin içinden gelmiş birisi olarak kendi deneyimlemem üzerinden bu konuya dair birkaç satır karalayabileceğimi düşünüyorum.
Ünlü sosyolog Tönnies’e göre gerçek bir birliğinkuruluşunun ve cemaatin mümkün olmasının birinci şartı, kan yakınlığı ve kan karışması ilişkisi, ikincisi, mekân/fiziksel yakınlığı ve son olarak da zihinsel yakınlıktır. Türkiye’de dini cemaatlerle kastedilen şüphesiz Tönnies’in üçüncü kategorisine giren zihinsel yakınlık temelinde kurulmuş toplumsal ilişki biçimidir.
Türkiye’den bu anlamdaki cemaat yapısı, büyük ölçüde modern dönemde, daha doğru bir ifadeyle İmparatorluktan Cumhuriyete geçişin hemen ardından ortaya çıkmıştır. Sosyolojik olarak hiçbir toplumsal olgu nedensiz ortaya çıkmayacağına göre cemaatleşmenin hem bir fonksiyonu hem de yerine getirdiği bir misyonu bulunduğu teslim edilmelidir.
Temelde Modern kapitalist toplumlarda cemaat, insani ilişkilerin yapıbozumuna uğradığı, herkesin kârını maksimize etmeye çalıştığı, ilişkilerin şirketleştiği ve çıkar odaklı hale geldiği bir dünyada gönüllülük esası üzerine kurulmuş, dayanışmayı merkeze yerleştiren, bireyi toplumdaki çıkar odaklı ilişkilerin yıkıcı etkilerine karşı koruyan bir yapıdır.
Cemaat, modern toplumun ayrıştırıcı, çözücü yapısı karşısında bireyi din, kan bağı ya da kadim ilişkiler çerçevesinde manevi bir hale ile çevirmekte, yalnız kendisi için var olan ve toplum karşısında izole yapayalnız bir yaşam süren bireyi şefkatli kollarıyla kucaklamaktadır. Bu anlamda cemaatin inkıraza yüz tutmuş aile yapısını tahkim eden, insani değerleri koruma görevini üslenmiş yapılar olduğunu söylemek mümkündür.
Türkiye’de ise dini yapılar, hızla modernleşen Türkiye’nin toplumsal yapısının çözülüşüne karşı direnişi hem de köyden kente göç olgusunun yarattığı toplumsal gitgelleri dengeleme adına da önemli işlevler görmüştür. Cemaatler bunun yanı sıra kaybolan ve devletin yerine getirmemekte direndiği dini eğitim hizmeti verme konusunda bir işlev yerine getirmiştir ki bu yazının üzerinde duracağı ana nokta daha çok burasıdır.
Gerek Türkiye’nin merkeziyetçi siyasi yapısı gerekse sürekli olarak legal-illegal ikileminin tam ortasında, devletin “idare ettiği” bir yapı olması itibarıyla cemaatler, ne toplumsal ne de idari bir denetime tabi tutulamamışlardır. Kendi içerisinde geliştirdiği yetersiz denetim mekanizmaları ise dini cemaatlerin izole yapısını bir türlü değiştirememiş bu da çeşitli sorunlara yol açmıştır.
Bu sorunların başında cemaat içerisindeki iktidar odaklarının cemaati içine sürüklediği keyfilik, dini eğitim yönteminin köhneleşmesine rağmen değişim iradesinin ortaya çıkmayışı, eğitim yöntemlerinin bizatihi kendisinin kutsallaştırılması*, yenilenememe handikapı ve bunun beraberinde getirdiği inkıraz riski gelmektedir.
Yine de cemaatlerin muharref dini anlayışların dinin kendisiymiş gibi sunmalarına rağmen 28 Şubat sürecine kadar olumlu işlevler yerine getirdiğini söyleyebiliriz. Ancak 28 Şubat, dini cemaat ve yapıların miadını doldurduğunu gösteren önemli bir dönüm noktasıydı.
Zira Cemaatlerin ezici çoğunluğu, 28 Şubat’ta sinmiş, devletin baskıcı refleksleri karşısında ne kadar aciz olduğunu göstermiştir. Bu yönüyle cemaatlerin ancak ve ancak devletin onay verdiği sürece varlığını devam ettiren, bu yönüyle de son derece bağımlı yapılar olduğunu görüyoruz.
Bu da net bir şekilde göstermektedir ki, cemaatler ancak devletin onay verdiği dini anlayışları kitlelere aktarmaktadır. Kaldı ki cemaatlerin kilit noktalarında görev yapıp sonradan buralardan ayrılmış isimlerin MİT’in cemaat yapılarına nasıl sızdığını gayet güzel bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu yapıların korunması ise hem devlet hem de cemaat içerisindeki iktidar odakları açısından son derece önemliydi. Bu yüzden mevcut yapıyı olduğu gibi kalmasını sağlayacak yöntemler geliştirildi. Bunların başında istişareye dayalı (modern terimle demokratik tartışma ortamı, çoğulcu karar mekanizmaları) bir yöntem varmış yanılsaması geliyor.
Doğrudan kendi gözlemlerime dayanarak rahatlıkla ifade edebilirim ki Cemaatlerin ezici çoğunluğu ya istişari bir yapıya dayanmamakta ya da mevcut köhneleşmiş yapılarına dönüştürmesini engelleme adına çakma mekanizmalar yaratmaktadırlar.
Bir başka ifadeyle cemaatler içindeki iktidar odakları, kendilerini her türlü değişime karşı sigorta altına alacak bir takım mekanizmalar geliştirmişlerdir. Hepsinde de istisnasız Kuranı Kerim’in şura ilkesini, İslam’ın çoğulcu yapısını muhafaza ediyormuş görüntüsü veren yapılar ihdas edilmiş olsa da bunlar iktidar yapılarına dokunmayan, onları ıskalayan mekanizmalardır ve istişare/çoğulculuk/karar almada demokratiklik gibi bir takım aldatıcı görünümlere sahiptirler. Cemaatlerle ilgili en temel sorun budur ve Kuran’ın öngördüğü çerçevede bir istişari mekanizma oluşturulmadığı sürece cemaatlerin dönüşümü de mümkün olmayacaktır.
Halbuki Modern yapıların çözücü etkileri karşısında cemaat yapılarının sağlıklı bir eksende faaliyet göstermek kaydıyla, toplumun ihtiyaç duyduğu yapılar olduğu kesindir. Ancak mevcut haliyle olumlu işlev görmesi bir yana, hem kendini hem de toplumu yıpratıcı etkilere son derece açık bir yapı arz etmektedir.
Son olarak meseleyi Gülen cemaatine getirerek FETÖ üzerinden bir tartışma, cemaatlerin değerlendirilmesi bakımından çok da sağlıklı olmadığı söylenmelidir. Gülen Cemaati, radikal bir örnekti, bir sui meseldi ve “sui mesel misal olmaz” ilkesi gereği, en olumsuz ve marjinal bir örnekten hareketle diğer cemaat yapılarını değerlendirmenin hem haksız hem de insafa mugayir olacağından, mevcut cemaat yapıları bu bakışla değerlendirmemelidir.
*Örneğin Nakşibendiler, Osmanlı’nın en eski dönemlerinden bu yana değişmeden günümüze kadar gelen, Sarf-Nahiv temelli Arapça eğitimi ve belirli sıralamaya göre oluşturulmuş fıkıh ve kelam eğitiminden asla vazgeçmemişler, bu eğitim metodu dışındakilerin hiçbirisinin dini gerçek anlamda öğretemeyeceğini iddia etmişlerdir. İstisnalar elbette bulunmaktadır. Nakşibendiliğin bir kolu olarak kabul edilen Süleymancıların ise bu eğitim yöntemine ek olarak, diyanetten bağımsız din adamı yetiştirme mantığının da günümüze kadar değişmeden geldiğini görüyoruz. Elbette modern dünya, iktidar ilişkileri, mevcut yapıyı devam ettirme arzusu söz konusu cemaat yapısını değişime zorlamaktadır ancak bu değişim daha çok güç ilişkileri çerçevesinde gerçekleştiğinden hakiki bir dönüşüm yaratmamaktadır.