Gezdim Halep ile Şam’ı Eyledim ilmi talep
Mecmau’t Takribul Mezahib Kurumunun Suriye’nin başkenti Şam’da düzenlenen “Kudüs Pusulamız-İslami Vahdet, Tekfirciliğe ve Taassuba Karşı Mücadele” başlığıyla düzenlediği toplantıyla ilgili davet bana ulaştığında aklıma ilk gelen şey, bir gazeteci ve araştırmacı olarak yıllar önce bulunduğum ve uzun yıllar gitme imkanı bulamadığım Şam’a ilişkin gözlem yapabilmekti. Odak noktam ise, Arapçayı öğrenmek için gittiğim ve 2006’daki Temmuz savaşında Doğu Konferansıyla birlikte Lübnan halkıyla dayanışmak ve İsrail saldırısını telin etmek için ziyarette bulunduğum Şam’dan geriye ne kaldığıydı.
Peygamberin seferlerinden Emevi tarihine, Moğol istilasından, Haçlı seferlerine, Memluklerden Osmanlılara kadar İslam tarihinin bütün dönemlerinden üzerinde izler taşıyan Şam’dan savaş süresince geriye ne kaldığını öğrenebilmekti. Sadece bu da değil. ABD tarafından fiili saldırı tehdidi altında olan, Müslüman Doğu’nun birkaç tarihi şehri arasında sayılabilecek bir şehirde yaşam nasıl sürüyordu? Şam halkı 7 yıldır yaşanan iç savaş hakkında ne düşünüyordu ve Trump’ın vurma tehdidi karşısında hangi duygu ve düşüncelere sahipti? Yıllar önce arkamda bıraktığım ve savaş başladıktan sonra her sene ziyaret umudunu biraz daha tükettiğim bu tarih kokan şehir, birkaç ay önce gittiğim Bağdat gibi savaşın yorgunluğunu üzerinde taşıyor muydu yoksa hiçbir şey olmamış gibi yaşam devam mı ediyordu? Bütün bu soruların zihnimi baskıladığı şartlar altında gittim Şam’a..
İşin doğrusu Beşşar Esad’la görüşeceğimize dair bilgi verilmediği gibi böyle bir ihtimal aklıma dahi gelmemişti. Böyle bir ihtimali doğuran ilk şey, Şam’a vardıktan sonra kendisi de gazeteci olan yol arkadaşımın böyle bir ihtimalden bahsetmesiydi. Ancak o bile varsayım olarak bunu söylüyor, görüşüleceğine dair herhangi bir bilgiye dayanarak konuşmuyordu. Ben ise kendisine böyle bir ihtimal olmadığını, savaş tehdidi altında olan bir ülkenin liderinin bu kadar sıkıntı ve yoğunluk içerisinde bizimle görüşmeye vakit bulamayacağını düşündüğümü söyledim.
Davetle ilgili uçak bileti vs. gibi küçük pürüzler yoluna koyulduğunda, son derece yetersiz bilgilerin bulunduğu programla ilgili aklıma ilk gelen şey, muhtemelen bir sempozyum belki bir panel ve konferanslar dizisinin ardından belki Şam ve civarında küçük bir gezinin planlandığı, belki Halep ve Hama gibi şehirlerin de ziyaret edileceği iki günlük bir etkinlik belirivermişti aklımda. Peki Esad’la görüşme noktasında bilgi verselerdi yine de gider miydim? Bu soruya rahatlıkla evet yanıtı verebilirim. Şimdi de olsa yine bu daveti kabul ederim. Çünkü bir gazeteci olarak yıllardır yazıp çizdiğim, analizler yaptığım konuya ilişkin çok önemli tarihi bir tecrübe olacaktı. Savaşın en önemli aktörü siyasi liderden olan bitene dair ne düşündüğünü ilk ağızdan dinleme fırsatına sahip olacaktım.
Hatta, Şam’a ilişkin yapacağım gözlem, Esad’la gerçekleşecek bir görüşmeyle daha da pekişecek, savaşın tarafı olan birinin nasıl bir haleti ruhiye ve düşünce içerisinde olduğunu, olayları nasıl değerlendirdiğini daha yakından gözlemleyebilme imkanına sahip olabilecektim. Bu az bir deneyim değildi. Hatta biz oradayken ABD’nin ülkeyi vurması halinde bir gazeteci ve araştırmacı olarak tarihsel bir anı yakalayabilecektim. Bu da beni ziyaretten vazgeçirmek bir yana muhtemelen daha da teşvik ederdi sanırım.
Esad ilginç konulara değindi. Yanına girerken üzerimizde ne kadar metal eşya varsa otelde bırakmak zorunda kaldık. Yanımıza kitap, kalem ya da not alabilecek ajanda dahi almamıza izin verilmedi. Bu yüzden yaklaşık 30-40 kişilik heyetle birlikte yapılan görüşme sırasında sorulan sorular ya da yapılan tespitlerle ilgili Esad’ın değerlendirmelerinin not alamadık. Konuşulanları Hafızamızda tutmaktan da başka da çare kalmamıştı.
Esad, konuşmasının başında ülkenin durumu ve gelinen noktayla ilgili kısa bir özet yaptı, ardından siyasi konuların sürekli konuşulduğunu daha fazla bu konulara girilmesinin gereksizliğine değinerek dini konulara değinmeyi tercih edeceğini ifade etti. Değindiği ana konu ihtilaf fıkhına ilişkindi. Geçmişte ulemanın ihtilaf içinde oldukları halde birbirlerine hakaret edip sövmediklerini, ancak çağdaş dönemde ise hakaret ve sövgü bir tarafa, Müslüman ulemanın birbirini tekfir ettiğine dikkat çekerek İslam topluluklarının oldukça sorunlu bir yerde durduklarına işaret etti.
Konuşmasından edindiğim izlenim Esad’ın dini konulara kafa yorduğu yönündeydi. Bu konular üzerine ilk defa cümleler kuran, sözler söyleyen bir kişiden ziyade konuya ilişkin az çok okuma yapmış, kafa yormuş izlenimi veriyordu. Hareket ve tavırlarında ise karizmatik bir lider özellikleri göremedim, daha ziyade kendisiyle rahat konuşulabilecek biri izlenimini veriyordu. Karizmatik liderler üzerinizde belirli bir etki bırakırlar, tersine Esad’da bu karizmayı göremiyordunuz, sıradan olmaktan rahatsız olmayan bir görüntü arz ettiğini söyleyebilirim. Örneğin yanındaki bakan söze girerek bazen gereksiz yere müdahale ettiğinde sesini çıkarmaması ilginçti.
Heyette bulunan alimlerden biri (şu an adını hatırlayamıyorum) eğitim müfredatının gözden geçirilmesi gerektiğini zira bunu yapmadığı taktirde Suriye’nin yeniden 10 yıl öncesine dönme tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceğini, ülkenin bunu kaldırabilecek durumunun olmadığını söyleyerek bir eleştiri getirdi. Bunun üzerine Esad, birçok konuda hata yaptıklarını ve kendisinin bu yanlışlarla ilgili sorumluluğu üzerine aldığını söyledi. Konuşmanın genelinde özeleştirel bir yaklaşım hakimdi diyebilirim. Nerede hata yaptıklarını, ülkenin bu noktaya gelmesinde hükümet ve devletin yaptığı yanlışların, vatandaşla girilen ilişki biçimindeki sakatlıkların da rolünün olduğunu ifade etmesi beni şaşırttı diyebilirim. Ben klişelerden ibaret, oldukça sıradan, tam bir protokol konuşması beklerken tersine kendi yanlışlarını da rahatlıkla söyleyebilen bir siyasi görmem sürpriz oldu.
Başka çarpıcı bir açıklaması ise Ulema ve kanaat önderleriyle ilgiliydi. Uluma ve aydınlarla ilişkilerin geçmişte samimi olmaktan uzak olduğunu, bu kişilerle tamamen övgü ve mücameleye dayalı sağlıklı olmayan bir ilişki geliştirildiğini, bunun ise çok kısa zamanda foyasının ortaya çıktığını zira ülkede kriz patlak verdiğinde kendisine abartılı övgülerde bulunan ulema ve aydınların karşı saflara geçtiğini söyledi. Esad bu noktada Sariye er Rifai ve Yusul el Karadavi örneklerini verdi. Karadavi’nin ve Rifai’nin de içinde bulunduğu bir heyetin kendisini 2006 yılında ziyaret ettiğini, Karadavi’nin kendisini o dönemde neredeyse Müslümanların halifesi olarak gördüğünü, Rifai’nin ise kendisini ve eşi Esma’yı Peygamber efendimize ve zevcesine benzettiğini kaydetti. O dönemde bu tür mücamelelere izin verip itiraz etmeyerek büyük hata işlediğini belirten Esad, karşılıklı olarak samimiyetten uzak, abartılı övgülerle diyaloğa girildiğini, tarafların gerçek duygularını içerisinde gizlediğini, bu duyguların ise kriz anında patlak verdiğini, dünün abartılı övgüler düzen isimlerinin düşman ülke saflarına geçtiğini dile getirdi.
Bir başka değindiği husus ise silahlı gruplarla ilgiliydi. Silahlı grupları ikiye ayırdığını, birinci kesimin hırsız, yol kesen ve mücrim kimseler olduğunu bunların konuşmaya bile değmeyecek insanlar olduğuna işaret ettikten sonra ikinci kesiminse daha farklı olduğunu, her ne kadar insanları tekfir etse ve silah kaldırsa da dava sahibi olduğu için bunu yaptığını, bu kesimlerle diyaloğa girilmesi ve onları ikna edilmeye çalışılmasının doğru bir yöntem olacağını söyledi.
Sonuç olarak oldukça verimli bir görüşme olduğunu söyleyebilirim. Şam’da yaptığım temaslar sırasında edindiğim izlenim ya da onların söyledikleri de genel bir özeleştiri havasının ülkeye hakim olduğunu teyit ediyordu. Bu benim açımdan sevindiriciydi çünkü Suriyeli muhalifleri de Beşşar Esad yönetimini de eleştiren ve ülkenin bu duruma gelmesinde tek taraflı bir değerlendirmenin sağlıklı olamayacağını, sorumluluğun yüzde olarak farklı oranlarda dağıtımı yapılsa da bunun sadece tek tarafa yüklenemeyeceğini her platformda söyleyen birisi olarak en yetkili ağzın düşüncelerimin teyit edilmesi benim için önemliydi.
Suriye’deki totaliter yapının, tek adam siyasetinin, yolsuzlukçu bir hükümetin ülkeyi felaketin eşiğine sürüklediğinde hiç şüphe yok. Evet bu savaşı kışkırtanların başında ABD ve İsrail’in geldiği kesin, ancak çürümüş ve köhne bir yapıyla yıllarca ülkeyi yönetmeye çalışanların da bu ülkelere koz verdiğini söylemek durumundayız. Nasıl ki onca yetenek ve olağanüstü ikna gücüne sahip Şeytan hakkında bile Allahu Teala, “Muttaki kullarıma bir şey yapamaz” diyorsa ABD ve İsrail de, halkıyla sağlıklı bir diyalog içerisinde olan, onun gönlünü kazanan yönetimlere bir şey yapamaz. Emperyalistler sadece var olan rahatsızlıkları kaşıyabilir, olmayan bir sorunu ortaya çıkaramazlar.
Söylenenlerle yapılan arasındaki ilişkiye gelince Suriye yönetiminin yetkililerinin yaptığı açıklamalara bakılırsa geçmişten ders almış oldukları kanaatine sahip olabilirsiniz. Ancak sahadaki uygulamaların çok azının söylenenlerle uyumlu olduğunu söylemek zorundayım. Suriye yönetimi hala bir istihbarat devleti, nisbi bir takım gelişmeler olsa da geçmişte yaşanan bir çok yanlışın hala tekrar edildiğini, köhne bürokratik yapı, yolsuzluk, rüşvet ve kayırmacılığın değiştiğine dair herhangi bir somut değişiklik gözlemlemediğimi belirtmeliyim. Askeri alanda üst üste başarılara imza atsa da Esad yönetiminin az önce değindiğimiz sorunları düzeltmek için radikal bir değişim ve reforma gitmediğinde son dönemde yaşanan felaketlerin benzerlerinin yaşanmasının önüne geçemeyeceğini düşünüyorum.